eLamcafe Hoşgeldiniz
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

eLamcafe Hoşgeldiniz


 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Teknoloji Nedir?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Yusuf
Root Administratör
 Root Administratör
Yusuf


Erkek Mesaj Sayısı : 337
Kayıt tarihi : 18/05/10
Yaş : 37

Teknoloji Nedir? Empty
MesajKonu: Teknoloji Nedir?   Teknoloji Nedir? Icon_minitimeÇarş. Mayıs 19, 2010 7:45 am

Teknoloji


Teknoloji (technoslogos), techne; yapmak ve logos; bilmek anl***** gelmektedir. İnsanoğlunun gereklerine uygun yardımcı alet ve edevatın yapılması ya da üretilmesi için gerekli bilgi ve yetenektir. Bir insan etkinliği olarak teknoloji, insanlığın tarihinde bilim ve mühendislikten önce ortaya çıkmıştır.

Teknoloji Nedir?
Sözlük anlamı "bilginin, sanayideki işlemlerde sistematik olarak uygulamaya alınması" demek olan teknoloji, geniş anlamda, araştırma, geliştirme, üretim, pazarlama, satış ve satış sonrası hizmeti kapsayan bir sanayi sürecinin, etkin ve verimli bir biçimde gerçekleştirilmesi için kullanılabilecek bilgi ve becerilerin tümüdür. Teknolojik yenilik de, "üretim süreçlerinde yenilik, yeni ürünler ve yeni kurumsal örgütlenme biçimleri" olarak tanımlanmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde, ürün rekabeti, bilimsel ve teknolojik yetkinlik rekabetine dönüşmüştür. Klasik anlamda rekabet gücünü belirleyen faktörler arasında doğal hammadde kaynaklarının bolluğu, ucuz işçilik gibi temel üretim faktörleri yer alırken, günümüzde ileri ve özellikli üretim faktörleri belirleyici duruma gelmiştir. İleri üretim faktörleri, nitelikli iş gücünü, Ar-Ge altyapısını, modern bir haberleşme ağını ve bilişim (enformasyon) teknolojilerinin etkin kullanımını içerirken, özellikli üretim faktörleri, belirli alanlarda yoğunlaşmış bilgi ve beceriye sahip iş gücü ile bilgi ve deneyim birikimini içermektedir.
Diğer yandan, başta elektronik, enerji, bilişim, uzay, biyomühendislik, organik kimya endüstrileri gibi "bilim ve teknoloji temelli" sektörler ile bunların bir bileşkesi olan savunma sanayii, en yüksek oranda katma değer yaratan, dolayısı ile toplumsal refaha katkıları en yüksek olan sanayi dalları olarak ortaya çıkmaktadırlar.

Teknolojinin Önemi
Sanayileşmenin en belirgin ögesi teknoloji üretebilmektir. Teknoloji üretebildiğiniz, bilgiyi ürün tasarlamada kullanabildiğiniz takdirde ticarette rekabet üstünlüğünü, savunma sistemlerinde de caydırıcılığı sağlayabilirsiniz. Kimse kendisine üstünlük sağlayan bir şeyi başkasına vermeyeceğine göre salt teknoloji transferi yaparak sanayileşmemiz ve kalkınmamız, savunma sistemlerinde de caydırıcılığı sağlamamız olası değildir. Bu nedenle amaç kendi teknolojimizi kendimizin üretmesi olmalıdır. Kendi teknolojisini üreten bir sanayileşme ile ulusal ekonomiye, ülkenin mühendislik gücüne ve ulusal teknolojiye en yüksek katkıyı sağlayabilir, beyin göçünü önleyebilirsiniz.
Teknolojiyi kısaca bilimsel bilgiden yararlanarak yeni bir ürün geliştirmek, üretmek ve hizmet desteği sağlamak için gerekli bilgi, beceri ve yöntemler bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bu duruma göre özgün üretim için gerekli safhaları da dörde ayırabiliriz.

ØBilimsel bilgiye ulaşmak veya geliştirmek
ØBilgiden faydalanarak bir ürün tasarlamak (tasarım yeteneği veya teknolojisi)
ØTasarlanan bir ürünün üretim tekniklerini belirlemek (üretim teknolojisi)
ØÜretim

Bir ürün geliştirmek için gerekli malzeme ve ekipmanı çeşitli kaynaklardan bulabilirsiniz. Bu nedenle önemli olan tasarım yeteneğine sahip olmaktır. Tasarım yeteneğine sahipseniz her şeyi yapabilirsiniz. Bağımsızlık da bundan sonra gelir.
Teknoloji ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirlemekte ve uluslararası yarışta, sahibine büyük bir ticari üstünlük sağlamaktadır. Dünya ulusları teknoloji üretebilenler ve üretemeyenler olarak ikiye ayrılmakta, teknoloji üretemeyen uluslar az gelişmiş uluslar olarak sınıflandırılmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde, ürün rekabeti, bilimsel ve teknolojik yetkinlik rekabetine dönüşmüştür. Klasik anlamda rekabet gücünü belirleyen faktörler arasında doğal hammadde kaynaklarının bolluğu, ucuz işçilik gibi temel üretim faktörleri yer alırken, günümüzde ileri ve özellikli üretim faktörleri belirleyici duruma gelmiştir. İleri üretim faktörleri, nitelikli iş gücünü, Ar-Ge altyapısını, modern bir haberleşme ağını ve bilişim (enformasyon) teknolojilerinin etkin kullanımını içerirken, özellikli üretim faktörleri, belirli alanlarda yoğunlaşmış bilgi ve beceriye sahip iş gücü ile bilgi ve deneyim birikimini içermektedir.
Diğer yandan, başta elektronik, enerji, bilişim, uzay, biyomühendislik, organik kimya endüstrileri gibi "bilim ve teknoloji temelli" sektörler ile bunların bir bileşkesi olan savunma sanayii, en yüksek oranda katma değer yaratan, dolayısı ile toplumsal refaha katkıları en yüksek olan sanayi dalları olarak ortaya çıkmaktadırlar.

Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Bilimsel Araştırmalar, Teknoloji Geliştirme Çalışmaları ve Üretim Teknolojileri Arasındaki İlişki

Bu nedenle de günümüzde, ülkelerin, özellikle bu alanlarda sahip oldukları bilim ve teknoloji altyapıları ve bu altyapıyı sanayi süreçlerinde kullanarak ürüne, dolayısı ile toplumsal refaha dönüştürebilme yetenekleri, gerek ekonomik, gerekse politik açıdan stratejik öneme sahip, dikkatlice korunması gereken milli varlıklar olarak değerlendirilmektedir. Günümüzde, sahip oldukları bilimsel ve teknolojik bilgiyi, entegre süreçler içinde ürüne ve toplumsal refaha dönüştürebilen ülkeler ile bu süreç entegrasyonunu başaramamış ülkeler arasındaki anlayış ve uygulama farkı, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke tanımlamasında kullanılan önemli araçlardan biridir.
Gelişmiş ülkelerde yapılan bilimsel araştırmalar, bu araştırmalar sonucunda geliştirilen yeni teknolojiler ve bu teknolojilerin yeni üretim ve ürün teknolojilerine dönüşmesi süreçleri, iç içe, biribirini takip eden süreçler olarak ortaya çıkmaktadır. ABD, Almanya ve Japonya gibi ülkeler bu kategoride yer almaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde ise bu süreçlerin entegrasyonu zayıftır. Türkiye gibi dünya bilim literatürüne katkısı az olan ülkeler ve hatta eski SSCB ve Hindistan gibi dünya bilim literatürüne katkısı yüksek ancak bu birikimi toplumsal refaha dönüştürememiş ülkeler ikinci sınıfa giren ülkeler olarak değerlendirilmektedir.
Bilimsel araştırmalar açısından bakıldığında, bu ülkeler, gerek bilimsel ve akademik kuruluşlar, gerekse bilim adamları düzeyinde işbirliği ve bilimsel çalışmalara katılım açısından, gelişmiş ülkeler ile sıkı ilişkiler içinde olabilmektedir. Ancak bu ilişkiler ve yapılan çalışmalar ile kazanılan bilgi birikimini, teknolojiye ve ürüne dönüştürecek mekanizmaların gelişmemiş olması nedeniyle, bu ülkelerin yeni teknolojiler ile tanışması nadiren bu teknolojilerin gelişme safhasında, çoğunlukla da bu teknolojilerin üretim ve ürün teknolojilerine dönüşmesinden sonra, "teknoloji transferi" ile mümkün olmaktadır. Ancak, bu şekilde sahip olunan teknolojiyi, yeni türev teknolojilerin gelişimini sağlayacak "Ar-Ge /tasarım teknolojisi" olarak değil, belli bir ürüne özel "üretim teknolojisi" olarak değerlendirmek gerekir.
Bilim ve teknoloji temelli bir sanayi dalı olan savunma sanayii, gelişmekte olan ülkeler için bu olumsuz tabloyu ortadan kaldırabilecek bir fırsat olarak ortaya çıkmaktadır. Savunma sistemleri tedarik süreçlerinin, hem savunma ihtiyaçlarının karşılanması hem de kritik teknolojilerin edinilmesi ve ülkenin teknoloji alt yapısının geliştirilmesi amacıyla kullanılması, gelişmiş ülkeler tarafından başarıyla uygulanan bir bilim-teknoloji-üretim süreçleri entegrasyonu yöntemdir. Savunma harcamalarına büyük kaynaklar ayrılan ülkemizde de, hem bilimsel araştırma, yeni teknoloji üretme ve yeni ürün geliştirme süreçlerinin entegrasyonu, hem de bu çalışmaları toplumsal refaha dönüştürülebilecek mekanizmaların kurulması için, savunma sanayiini temel platform olarak belirlemek en doğru yaklaşım olacaktır.

Bilim ve Teknolojideki Gelişmeler
20. yy bilim ve teknolojinin gelişmesinde altın çağını yakalamış, insan hayatında vazgeçilmez bir rahatlık sağlamıştır. Bilim hiçbir zaman durağanlık göstermemektedir. Bilimin sınırları genişlerken; dünyanın sanıldığı kadar büyük olmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde bilim olağanca hızıyla ilerlemekle birlikte insan hayatının olmazsa olmazları arasına girmeyi başarmıştır. Bilimin sonucu olarak ortaya çıkan teknoloji hayatımızı her alanda kolaylaştırmayı başarmıştır.
Bilim ve teknoloji arasında sıkı bir ilişki bulunmakta, birbirlerini tamamlamaktadırlar. Bilimsel çalışmalar uygulamaya elverişli bilgi üreterek teknolojik gelişmeye yol açarken, teknolojik gelişmeler de bilimsel araştırmaların daha uygun şartlarda yapılmasını sağlayarak bilimsel gelişmeyi hızlandırmaktadır .
Rönesans ve reformla birlikte bilimdeki gelişmelerin temelleri atılmış, bilimsel gelişmeyi engellemeye çalışan tüm olumsuzluklar da ortadan kalkmıştır (Kilise ve Dinin Etkisi gibi).
İnsanlar, tanrıbilimsel gerçeklerden sıyrılıp içinde yaşadıkları dünyayı ve bu dünya ile ilgili sorunları keşfetmişlerdir. Bu gibi gelişmelerin sonucunda da bilimsel gelişmeler başlayıp zamanla hız kazanmıştır.
Bilim ve teknolojinin ortaya çıktığı tarihten itibaren insanlar içinde yaşadıkları dünya ile yetinmemişlerdir. Uzayı merak etmişler, uzayın sırlarını çözmek amacıyla gizemli bir yolculuk, sistemli bir çalışma içerisine girmişlerdir. Sıvı yakıtlı motorların bulunması ile uçaklar ulaşım aracı olarak kullanılmaya başlanmış, insanlara uzak gibi görünene mesafeler artık ortadan kalkmıştır. Bunun sonucunda insanların uzaya gitme isteği iyice artmıştır .
Uzayı tanımlayacak olursak; güneşi gezegenleri uyduları, yıldızları, sayısız galaksiyi içine alan boşluktur. Bu sınırsız boşluk içersinde bulunana gök cisimlerinin her biri dünya yüzeyindeki toz parçacıkları kadardır. İlk çağ filozoflarından başlayarak bir çok bilim adamı uzayı tanımlama çabası içerisine girmişlerdir. Örneğin; Galile’nin gök bilimleri ile ilgili çalışmaları olmuştur. Teleskopla gözlemler yapmış, şu anki bilim adamlarımızın bile sonucuna ulaşamadıkları bir araştırma çizgisini başlatmıştır. Kepler ise; gezegenlerin yörüngelerinin üzerine çalışmalar yapmış, elips şeklindeki hareketleri saptamayı başarmıştır.
Günümüzde ise uzaya ulaşma çabası dünya üzerinde milletler arası çatışmaya yol açmakta, hızlı bir yarışın olmasına neden olmaktadır.
“İlk aya yolculuk planlarının NASA başlatmıştır. Başka John F. Kennedy’nin 25 Mayıs 1961’de kongrede bir özel oturumda yaptığı konuşmada “önümüzdeki 10 yıl içinde bir adamın aya gitmeyi ve dünyaya dönmeyi başaracağına inanıyorum” sözleri bu çalışmaların daha da hızlandırmıştır soğuk savaş döneminde uzay çalışmaları konusunda da Sovyetler Birliği ile yarışan Amerika uzay harcamaları için büyük bütçeler ayırıyordu. Aya gönderilecek uzaya aracı için çalışmalar uzun bir süre devam etti. Bu çalışmalar sırasında yapılan test uçuşlarından birinde NASA 3 astronotunu kaybett.”
“Sonunda 16 Temmuz 1969’da Neil Armstrong, Edwin Aldrin Jr. ve Micheal Collins adlı üç astronotu taşıyan Apollo 11 tarihe geçecek ay yolculuğuna çıktı. Apollo 11, 19 Temmuz’da ay yörüngesine girdi. Kartal(EAGLE) adlı modül ay yüzeyine başarıyla indi ve Armstrong aya ayak basan ilk insan olarak tarihe geçti. Armstrong’un ardından Edwin Aldrin’de yüzeye indi. Ay toprağından örnekler alan, bazı bilimsel deneyler yapan ve Amerikan bayrağını aya diken iki astronot görevlerini başarıyla tamamlayarak dünyaya döndüler”
İlk aya yolculuğun tamamlanmasının ardından tartışmalar da başladı. Bu tartışmalara sonunda uzayda yaşam olup olmadığı konusu üzerinde durulmaya başlandı. İnsanın bir ortamda hayatını devam ettirmesi için; atmosfer, radyasyon ve yerçekiminin bulunması gerekmektedir. Özellikle atmosfer canlı yaşamı için çok önemlidir.
Dünyamızda %78 oranında azot, %21 oranında oksijen bulunmaktadır. Uzay boşluğunda ise hava olmayıp sadece bir miktar gaz bulunmaktadır. Bu nedenle uzaya giden araçların içerisinde hava tankları bulunmaktadır. Uzay tamamen soğuktur. İnsan ise sadece belirli sıcaklık ölçütleri içersinde yaşayabilmektedir. Bu nedenle uzay aracında ısı sistemi de olmalıdır.
İnsan oğlu çıplak iken uzay boşluğunda kalıcı zarar görmeden 30 saniye kadar yaşayabilir. Nefesinin tutmamak kaydıyla 30 saniye boşlukta kalan insan patlamaz, donmaz ve bilinci tamamını kaybetmez. 30 saniye sonlarında oksijen yokluğu sonucu bilinç kaybı oluşmaya başlar. 1 veya 2 dakika sonra ise yaşam faaliyetleri tamamen durur ve insan hayatını kaybeder.
Uzayda karşılaşacağımız diğer bir sorun ise yer çekimidir. Dünyadan uzaklaştıkça yer çekimi azalmaktadır. Aralarında ters bir orantı vardır. bu yüzden uzayda yer çekimi yoktur.
Günümüzde insanlığın ortak amacı her şeyden haberdar olma, uzayın tüm olanaklarından yararlanmaktır. Şu anda uzayda Türksat adlı bir uydumuz bulunmaktadır. Uydumuz sayesinde haberleşmenin gücü hızla artmıştır.
İletişim kurmanın en kolay yolu konuşmaktan geçer. Karşımızdaki insanların duygularımızı ve isteklerimizi anlatmanın diğer bir yolu da el kol hareketleridir. Fakat bunların dışında da ilkle haberleşme yolarlı vardır: Atlı elçilerle, dumanla ve güvercinler gibi.
Karadeniz Bölgesi’nde bulunan köylerimizin bazılarında yer şekillerinin de etkisi ile dağınık yerleşme görülmektedir. Evler arasındaki mesafe uzak odlundan dolayı insanlar ıslıklarla iletişim kurmaktadırlar. Her ıslık tonu başka bir ablam ifade eder. Fakat sadece insanlar için değil toplumlar içinde iletişimin önemi büyüktür.
İnsanların uzaktan haberleşmesine imkan veren teknik araçlar Fransız Devrimi’nden hemen sonra optik telgrafın bulunması ile gelişim sürecine girdi.
1837’de elektrikli telgrafın bulunması ile iletişim çağı başlamıştır.
Telefon 1876 yılında Graham Bell tarafından bulundu. İnsan sesinin iletiminde önce ülke içerisinde daha sonra da ülkeler arasında yayılmasına imkan verdi. Bu yenilik bir çok kaygıyı da beraberinde getirdi. ABD’de benimsendi ve daha sonra ülkeler arasında yayılmaya başladı. 19. yy’da etkileşim ağları kurulmaya, insanlar arasındaki etkileşim gelişmeye başladı.
“Tarihte ilk ses kaydı 1877 yılında Thomas Edison tarafından yapılmıştı. Son 20 yılda yaşanan gelişme ise gerek ses kalitesinde gerekse şiddetle kayıt sisteminde mükemmeli yakalamayı hedeflemektedir”
İnsanlar, aralarındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun birbirleri ile kolayca iletişim kurmaktadırlar. Örneğin; bir faks makinesi birkaç dakika önce Türkiye’de bir fotoğrafı yayınlarken birkaç dakika sonra New York veya Tokyo’da yayınlayabilmektedir.
20. yy’daki en büyük gelişme hiç kuşkusuz bilgisayar teknolojisinde yaşanmıştır. İnternet ağının kurulması sonucunda bilgisayar ve internet; evlerimizi, işyerimize hatta günlük hayatımıza kadar girmeyi başarmıştır. Bilgisayar teknolojisi beraberinde çok büyük yenilikler ve kolaylıklar getirmişti. Örneğin; bilgisayar hayatımıza girmeden önce para yatırma işlemleri için bankalarda saatlerce sıra beklerken şu anda internet sayesinde işlemlerimizi en kısa zamanda gerçekleştirebilmekteyiz.
Biliyoruz ki bu teknoloji burada kalmayacak, insanlar yaşadığı sürece teknoloji de ilerleyecektir. Şu an bize hayal gibi gelen çoğu araçlar hayatımıza girecek ve hayatımızı kolaylaştırmaya devam edecektir.

Türkiye'nin Teknoloji Geliştirme Koşul ve Olanakları
Bilim ve teknoloji söz konusu olduğunda, Türkiye’nin, yer aldığı sistem içindeki diğer ülkelerden (diğer OECD ülkelerinden ya da G.Kore, Tayvan gibi yeni sanayileşen ülkelerden) çok daha farklı bir tutum izlediği görülüyor. Türkiye’nin teknoloji geliştirme koşul ve olanaklarını irdelerken, önce, bu farklılığı ortaya koymakta yarar vardır.
Gözlenen farklar birkaç noktada toplanabilir:

* Türkiye, bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltebilme ve bu çerçevede günümüzün jenerik teknolojilerine egemen olma, bu teknolojiler tabanında ‘innovation’ yeteneğini kazanma konusunda, sistem içindeki diğer ülkelerin aksine, hiç aceleci değildir ve onlardan bir hayli geride kalmıştır. Ne toplum katlarında ne de siyasi partiler düzleminde, gecikildiği için endişe duyulduğu izlenimini almak mümkündür. Siyasi kadroların, zaman zaman, bilim ve teknolojiye önem verilmesi gereğini vurgulamalarına karşın, bu yalnızca, altı boş siyasi bir söylem düzeyinde kalmakta; hatta, çoğu zaman, siyasi bir prim getirmeyeceği kanısıyla olsa gerek, bilim ve teknoloji konuları, bütünüyle siyasi gündemden düşürülmektedir.
* Bu genel gözlemi doğrulayan kanıtlar ortadadır:

Sistem içinde yer alan diğer ülkelerin hepsinin, bilim ve teknoloji alanında uyguladıkları ulusal bir politikaları; ulusal hedefleri, bu hedeflere erişmek için izledikleri ulusal strateji ve planları vardır.
Türkiye’nin ise, herhangi bir hükümet programının ya da siyasi bir programın parçası olarak benimsenmiş ve uygulamaya konmuş, ulusal bir bilim ve teknoloji politikası yoktur. Bu saptama, Türkiye’de, ülkenin bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltmeye yönelik politika ya da strateji önerileri olmadığı anl***** gelmemektedir. Öneriler vardır, hükümetlere sunulan tasarılar vardır; ama bunlar siyasi bir program haline dönüşmemekte ve hayata geçmemektedir. Bu tasarılardan biri, 1980'li yılların başında, dönemin ilgili Devlet Bakanı'nın eşgüdümünde, 300 kadar bilim adamı ve uzmanın katılımıyla hazırlanan Türk Bilim Politikası: 1983-2003’tür. Bu dokümanla, ilk kez, ayrıntılı bir bilim ve teknoloji politikasıortaya konmaya çalışılmıştır. Burada teknoloji konusu da bir ana motif olarak ele alınmış ve öncelik verilecek teknoloji alanları belirlenmiştir. Bu yeni yaklaşım, bilim ve teknoloji politikalarının, ekonominin yönetiminde ve toplumsal yaşamın başlıca etkinlik alanlarının düzenlenmesinde rol alan unsurların da (ilgili bakan ve üst düzey bürokratlar, hükümet dışı kuruluş temsilcileri v.b.) katılımıyla belirlenmesine olanak tanıyan yeni bir kurum yaratmıştır: Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK).
Ne var ki, Türk Bilim Politikası: 1983-2003 hayata geçirilememiştir. 1983'te kurulan, ancak, ilk toplantısını 9 Ekim 1989'da, ikincisini ise 3 Şubat 1993'te yapabilen, o günden bugüne bir daha toplanamayan BTYK'ya da işlerlik kazandırılabildiği söylenemez.
Halen, Türkiye'nin Bilim ve Teknoloji Politikası konusundaki resmi doküman, BTYK'nın ikinci toplantısında karar altına alınan Türk Bilim ve Teknoloji Politikası: 1993-2003'tür. Altını çizerek belirtmek gerekir ki, devletin üst düzeyde yetkili bir kurulu, kendisine sunulan bir tasarıyı, bu dokümanla, uygulanması gereken bir karar haline dönüştürmüştür. Üstelik bu dokümanda ifadesini bulan politika 1995 başlarında Yüksek Planlama Kurulu'nca VII. Beş Yıllık Plan Döneminde Öncelikle Ele Alınması Öngörülen Temel Yapısal Değişim Projeleri Kapsamındaki Bilim ve Teknolojide Atılım Projesi Çalışma Komitesi Raporu (24 Şubat 1995) ile geliştirilerek somut bir zemine oturtulmuş ve bu proje VII. Beş Yıllık Plân'ın ana eksenlerinden birini oluşturmuştur. Ama, söz konusu projeyi, Plan dokümanının sayfalarından alıp hayata geçirecek bir siyasi sahip ya da kararlılığın var olduğuna ilişkin güçlü bir kanıt henüz ortaya çıkmamıştır.
AR-GE faaliyeti, sisteme dahil bütün ülkelerde, devletçe en çok desteklenen, devletin en çok subvansiyon sağladığı alandır. Ama, Türk takımlarının yurt dışındaki maçlarını izlemeye gidiş dahil, akla gelen hemen her alanda teşvik edici önlemler uygulayagelmiş olan Türkiye, ancak geçen yıl, 1 Haziran 1995’te, diğer ülkelerdekiyle karşılaştırılabilir çapta bir AR-GE desteği uygulamasını başlatabilmiştir. Bu da ancak, Uruguay Turu Nihaî Senedi’nin devlet subvansiyonlarına ilişkin düzenleyici hükümlerine ve AB mevzuatına uyum yaklaşımı çerçevesinde gündeme gelmiştir; içsel bir dinamik, örneğin, sanayi kesiminin baskısı sonucu değil...
Sistem içindeki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, Türkiye’nin, kendi ulusal ‘innovation’ sistemini kurmada çok gerilerde kaldığı; bu sistemin oluşması için, TÜBİTAK ve TTGV gibi kurumların ve bazı üniversitelerin gösterdiği çaba dışında, konunun ulusal düzeyde, bir bütün olarak ele alınmadığı; hatta, konuya yakın olması gereken pek çok çevre için, kavramın kendisinin bile yeni olduğu bilinen bir gerçektir.
Sistem içindeki bütün diğer ülkeler, ulusal ‘innovation’ sistemlerinin ayrılmaz bir parçası olan ve bundan da öte, kendilerini, geleceğin enformasyon toplumuna taşıyacak, ulusal enformasyon şebekelerini, hazırladıkları master planlar-eylem planları çerçevesinde kurmaya başlamış ve bu ülkelerde, bu atılımın fiili sahipliğini iş başındaki hükümetler, siyasi liderler üstlenmişken Türkiye’deki siyasi partiler, böylesi bir altyapı ve bununla ilintili ulusal bir master plan gereği üzerinde, henüz herhangi bir berrak fikre sahip değillerdir (BTSTP, Mayıs 1995; TÜBİTAK, Haziran 1995).
Türkiye’nin bilim ve teknoloji yeteneğini geliştirme konusundaki, pek de duyarlı olmayan yaklaşımını doğrulayacak başka pek çok kanıt bulunabilir. GSYİH’den AR-GE harcamalarına ayrılan pay, özel sektör sanayi kuruluşlarının toplam AR-GE harcamaları içindeki payı, 1000 faal nüfus başına düşen bilim adamı sayısı gibi verilerle de bu durum kanıtlanabilir. Ama, sayısal verilere girilmeksizin de, burada işaret edilen kanıtlardan yola çıkılarak, aynı iktisadi sistem içinde yer alan diğer ülkelerle Türkiye arasındaki, bilim ve teknoloji konusuna yaklaşımla ilgili temel farkı ortaya koymak mümkündür: Bu fark, ülkenin bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltmek ve dünya teknolojisini yakalamak fikrinin, Türkiye’de, başta sanayi kesimi olmak üzere, toplumun doğrudan ilgili katmanlarında yeterince sahiplenilen bir fikir haline gelmediği noktasında düğümlenmektedir. Bu böyle olduğu içindir ki, bu fikrin siyasi partiler -siyasi iktidar- düzleminde sahibini bulmak da pek mümkün olmamaktadır.
Eğer, Türkiye’de bu fikre sahip çıkması düşünülebilecek bir toplum katmanı olarak, örneğin sanayi kesimi, bunu yapmış olsaydı; tanım gereği, bu fikrin siyasi platformda da yansıması olur ve en az bir partinin siyasi programında bu husus yer alabilirdi, diye düşünmeye hakkımız var, sanıyorum. Buradan gelinecek nokta çok açıktır: İlgili toplum katmanlarınca sahiplenilen bir hedef haline dönüştürülemediği sürece, Türkiye’nin teknoloji yeteneğini yükseltmek, çağın jenerik teknolojileri tabanında ‘innovation’ yeteneğini kazanmak ve dünya teknolojisini yakalamak -ya da konu başlığıyla söylersek; Türkiye’de teknoloji geliştirmek- gibi, makro planda, çok taraflı ve geniş kapsamlı düzenlemeleri gerektiren bir atılımı gerçekleştirmek mümkün değildir.
Özetle, Türkiye’de teknoloji geliştirmenin ön koşulu, bunun, başta sanayi kesimi olmak üzere, ilgili toplum katmanlarınca benimsenen bir hedef haline gelmesi ve bu hedefin geniş halk kesimlerince kabullenilen bir siyasi programa dönüştürülmesidir.
Bu ön koşulun gerçekleşmesi mümkün mü?
Soruya özellikle de bu konuda son derece önemli bir role sahip bulunan sanayi kesimi açısından bir yanıt verilebilir mi?
Son zamanlarda, sanayinin bazı kesimlerinde, AR-GE’ye yöneliş konusunda, belli bir yaklaşım, belli bir kıpırdanma olduğunu söylemek mümkün. Bu kesimlerin, özellikle, kullandıkları üretim yöntemlerinde ya da ürettikleri üründe yenilik yapabilme yeteneği kazanma (böylesi bir yeteneğe sahipseler bunu geliştirme) yönünde ciddi bir çaba gösterdikleri gözleniyor. Kendi AR-GE birimlerini kuran firmalar var. Sanayi kuruluşlarının proje bazındaki AR-GE harcamaları için devletçe sağlanacak desteğin, bu sanayi kesimlerinde oldukça geniş bir ilgi yarattığı ve bir hareketlenme meydana getirdiği de bir gerçek. Ancak, bu tür gelişmeler yanında, Türkiye’deki pek çok sanayi kuruluşunun, yabancı firmalarla, özellikle de AB firmalarıyla, geçmişten gelen ortaklık bağlarının bulunduğunu ya da belli bir entegrasyona sahip bulunduklarını ve gereksinim duydukları teknolojiyi Türkiye’de geliştirme olanaklarını arama yerine, bu gereksinimlerini yabancı ortakları kanalıyla karşılama yönünde bir strateji izlediklerini göz ardı etmemek gerekir. Bu tür kuruluşlardan bazılarının Türkiye’de kurulu AR-GE birimlerinin ise, genellikle, yabancı ortağın kendi AR-GE ağında, yalnızca bir taşeron birim olarak yer aldığı biliniyor. Kaldı ki, Gümrük Birliği koşullarında pazar paylarını güvence altına almak ve bunun için gereksinim duydukları teknolojiyi edinmek üzere, yabancı firmalarla evliliğe giden yerli firmaların sayısının hızla arttığı da bir gerçek.
Sanayi kesiminde ortaya çıkan bu tablo aranan ön koşulu sağlar mı?
Yerli sanayi şirketlerinin uluslararası evlilikler konusundaki yaklaşımlarının ve imzalanan evlilik senetlerinin muhtevalarının bu sorunun yanıtını önemli ölçüde etkileyeceği muhakkaktır. Ama, unutulmaması gereken nokta, bilim ve teknoloji konusunun, aslında toplumun bütün kesimlerini ve çok yakından ilgilendirdiğidir. Konu herkesi ilgilendirir; çünkü bilim ve teknolojide yetkinlik, yalnızca ülke sanayiinin değil, bütün bir ülkenin uluslararası arenadeki konumunu ve geleceğini belirleyecektir. Bu açıdan, aranan ön koşulu sağlayabilmek, bilim ve teknoloji konusunu bütün boyutlarıyla siyasileştirmeye ve bu konuya sahip çıkacak toplumsal aklı üretmeye bağlıdır.

Eğitimde Teknolojinin Rolü
Eğer teknoloji yukarıda sunulduğu şekli ile algılanırsa, teknolojinin insan hayatında çok önemli bir yer tuttuğu da rahatlıkla anlaşılır. Bu nedenle konumuz teknolojiyi kullanmak ya da kullanmamak değil, insan hayatında teknolojinin nasıl bir yeri ve konumu olacağıdır. Bu üzerinde birçok değerli kişi ve kuruluşun çalıştığı önemli bir konu olmuştur.
1. Herbert Simon teknolojiyi insanın kendi yapay iç dünyasıyla dış çevre (doğa) arasında bir ara-yüz olarak görmektedir.
2. Carnegie Komisyonunun bu konuyla ilgili vardığı sonuç şöyledir: "Teknoloji öğretimde yardımcı bir rol üstlenmelidir, öğretimin amacı haline getirilmemelidir.
Teknoloji sadece var olduğu için kullanılmaya çalışılmamalı ya da teknoloji kullanılmadığında çağ dışı kalınacakmış gibi bir korkuya kapılmamalıdır. Bizler, gelişmiş teknoloji kullanımının öğretimde doyum ve başarıya ulaşabilmek için tek başına yeterli olduğuna inanmıyoruz. Birçok ders için dönemde birkaç saatlik teknoloji desteği yeterli olmaktadır. Bazı dersler için teknoloji, dönemin yarısından çoğunda kullanılabilir; ama bütün bir dönemde böylesine bir teknoloji desteğine ihtiyaç duyulabileceği ders sayısı yok denebilecek kadar azdır
3. Eğitimi etkileyen teknolojik gelişmeleri tartışan çok fazla yayın, makale vardır. Bunlar arasında dikkat çekici olanlar aşağıya çıkarılmıştır.
a) Alfabe, insanoğlunun bilgiyi paylaşması, kaydetmesi, ve saklaması için entelektüel bir araç olmuştur. Kağıdın icadı ve yazım araçlarının geliştirilmesi, alfabe yardımıyla yapılan işlemlerin daha kolay gerçekleştirilebildiği bir süreci başlatmıştır. Kitap, birçok sayfadan oluşan, değişik tasarımlara sahip, sunmak istediği bilgiyi sıralı olarak veren bir araç olarak düşünülebilir. Kısaca kitap, teknik açıdan bakıldığında televizyon gibi, bilgisayar gibi vermek istediği bilgiden farklı bir yapıya sahip bir araçtır. Matbaanın icadından sonra kitap yaygınlaşarak hemen herkesin ulaşabildiği bir araç oldu. Karatahta hem öğrencinin hem de öğretmenin aynı anda aynı konu üzerinde çalışabilmesine olanak sağlayan ilk sınıf içi iletişim araçlarından birisidir. Okul otobüsü öğrencilerin uzak yerlerden öğretim yerlerine taşınması ve dolayısıyla uygun eğitim ortamının sağlanması açısından bir öğretim aracı olarak görülebilir.
b) Engler teknolojiyi eğitimin ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir. Şöyle der: "eğer eğitim her yönüyle öğretmen, öğrenci, ve çevre arasındaki bir iletişim ağı olarak görülürse, o zaman öğretim teknolojisinin bu ilişkileri tanımlamada önemli bir görevi olduğu anlaşılabilir"
c) Indiana University'den Robert Heinich öğretmenlerin eğitim teknolojisine yaklaşımlarını şöyle dile getirmektedir:
"Peter Drucker'in bir makalesinde söyledikleri büyük oranda yanlış anlaşılmıştır; bu makalede kısaca şöyle denmekteydi: -öğrenme ve öğretme, yeni yöntemlerden, hayatın başka hiçbir safhasının etkilenmeyeceği kadar derinden etkilenecektir. İnsanoğlunun en muhafazakar olduğu bu eski öğretme sanatında yeni yaklaşımlara, yöntem ve araçlara ihtiyaç vardır. Bu yeni geliştirilecek yöntemler sayesinde, öğretmenler beceri ve yeterliliklerini arttırarak daha etkili olacaklardır. Bu sayede öğretme, henüz araçları ile günümüze ayak uyduramamış geleneksel bir sanat olsa da, sıradan bir insanın üstün bir performans sergileyebilmesini olanaklı kılacaktır.- Yanlış anlaşıldığından bahsettim; çünkü birçok eğitimci bu makaleyi okuduktan sonra başlarını sallayacak ve kullanılacak araçlar sayesinde sınıf içerisinde öğrenim başarısının artacağını düşüneceklerdir. Fakat burada asıl söylenmek istenen, ancak öğretim teknolojileri kullanıldığında sıradan bir insanın üstün bir performans gösterebileceğidir; yoksa gelişmiş teknoloji kullanmak tek başına yeterli olmayacaktır.

Eğitimde Teknolojinin Uygulamaları
Çeşitli seviyelerdeki kullanışlı uygulamaları ve bu uygulamaların vaat ettiklerini incelerken, düşünce ve yorumlar da kötümserlikten sıyrılıp iyimserliğe doğru kayıyor.
1. Engler 1972'de eğitim teknolojilerinin durumunu şöyle anlatıyor: "şu anki öğretim yöntemlerimiz hakkında söylenebilecek en doğru söz eski teknoloji ürünü olduklarıdır. Kitap, tebeşir, öğretmen gibi temel öğretim araçları ve yöntemleri çok uzun zamandan beri kullanılmaktadır. Bugün öğretmenler daha iyi hazırlanmakta, kitaplar daha iyi tasarlanıp daha iyi yazılmakta, ve renkli tebeşirler kullanılmaktadır; ama bu araçların işlevleri ve öğrenci için anlamları yüzyılı aşkın bir süredir hiç değişmeden kalmıştır. Ayrıca bu süre zarfında öğretimin nasıl uygulanacağına ilişkin her hangi bir temel değişiklik de yapılmamıştır. Öğretim halâ, öğretmen merkezli, gruba yönelik ve ders kitabı tabanlı hazırlanmakta ve uygulanmaktadır. Bu yöntem 19.yy'da İngiltere ve Amerika'da başlayıp yayılan Lancastrian modelinin devamı niteliğindedir Birbuçuk yüzyıldır birçok değişikliğe uğramasına rağmen bu model endüstriyel üretim mantığının sonucu olan eğitimde seri üretimi geleneğine sıkı sıkıya bağlı durmaktadır
2. U.S. Agency for International Development'dan Clifford H. Block, İngiliz Hükümetinin gerçekleştirdiği çok büyük ölçekli uzaktan eğitim denemesini şu şekilde yorumluyor: "Televizyon, radyo ve posta gibi iletişim araçlarının etkin kullanımı, BBC'nin üretim yetenekleri, öğretim tasarımları için görevlendirilmiş eğitim teknolojisi grubunun mükemmel başarısı, ve normal bir üniversiteden farklı olmayan ders/konu içeriğiyle 65.000 öğrencisi olan İngiliz Açık Öğretim Üniversitesi (British Open University) İngiltere'nin en büyük üniversitesi ve dünyanın sayılı üniversitelerinden birisidir. Mezunlarının iyi yetişmiş ve entelektüel açıdan yeterli olması sebebiyle bu fakülteden derece almak İngiliz sosyo-kültürel hayatında önemli bir yere sahip olmak demektir"
3. Teknoloji ve değişimle ilgili olarak Block şöyle demektedir: "birkaç yıl içerisinde gerçek olacak bazı teknolojik gelişmelerle ilgili yorumlarda bulunmak gerçekten çekici bir işi bütün bir kütüphanenin bir disk içine sığabilmesi, internet ve uydu teknolojileri aracılığı ile evinizden dışarı çıkmak zorunda kalmaksızın tüm dünyadaki eğitim merkezlerine istediğiniz her an ulaşabilmek, ve bunların dışında sayısallaştırılmış her türlü bilgiye sahip olma şansı bunlar hakkında konuşmak gerçekten çok çekici; fakat ben de, bu konuda çalışan diğer insanlar gibi, böylesine temelden değişimlerin ancak aşama aşama ve evrimsel bir süreç içerisinde gerçekleşeceğine inanıyorum. Eğitim kurumlarının, öğrenci, öğretmen ve yöneticileri, bu yeni öğrenme yöntemlerini bireysel, toplumsal ve ekonomik yönden hayatlarına adapte edebilmek için mutlaka zamana ihtiyaç duyacaklardır."

Teknolojik Gelişmeler ve Kültürel-Sosyal Değişimler Arasındaki Sebep-Sonuç İlişkisi
Her yeni icat edilen teknoloji ve bu teknolojinin topluma yayılmasıyla birlikte, kültürün bu araçlar tarafından yönlendirilmesi sonucu çok çeşitli değişiklikler yaşamaya başlarız. 90’lı yıllardan itibaren iletişimin ve internetin gücü, bilişim sistemlerinde kaydedilen gelişmeler bizi yeni teknolojik çalkalanmalara sürüklemiştir. Kültür, teknik ve toplum arasındaki ilişkinin açıklanması önemli bir soruyu da beraberinde getirmektedir.

Teknolojik gelişmeler kültürleri oluşturup, onları değiştirebilirler mi?
Fransız kuramcı Pierre Lévy’e göre; teknik ve kültür birbirinden ayrı olarak asla varolamazlar. Teknolojinin tek başına bir anlamı yoktur, ancak bir kültür içinde varolduğu zaman gerçek anlamını bulur.
Teknolojik gelişmeler çoğunlukla toplumların gelişmeleriyle doğru orantılı olarak ilerler. Yeni teknolojilerin toplumlar ve kültürler üzerindeki ani etkisi pek çok araştırmacının ilgisini çekmektedir.
André Vitalis, Bordeaux Üniversitesinde Medya Araştırmaları Merkezi Sorumlusu, aslında herşeyin iki kelimeye yüklediğimiz anlamla ilgisi olduğunu vurgular; toplum ve bilişim.
Bilişim bağımsız olarak bir değişim yaratır ve toplum bu değişime zorunlu olarak katlanır, ona uyum sağlamaya çalışır.
Toplum yeni gelişen bir teknolojiyi kabul edip etmeyeceğine, ona uyum sağlayıp sağlayamayacağına ve onu özümseyip özümseyemeceğine karar verir.
Birinci görüş bizi daha çok, teknolojinin elite bir kesim tarafından kendi çıkarlarına uygun olarak kontrol edildiği ve sonuçta toplumun hizmetine ancak onu kontrol edenlerin istediği ölçüde sunulduğu kötümser (pesimist) söyleme ***ürür. Buna göre de, toplumun bu sonuçlara katlanmaktan başka çaresi yoktur.
İkinci görüşe göre ise, yeni teknolojilerin, özellikle internetin bize sunduğu güç aslında toplumun eline sunulmuş bir güçtür. Bugün yeni teknolojiler sayesindedir ki, gelecek için daha demokratik, insanlar arasındaki iletişimin daha iyi olduğu, yeni bir paylaşım türünün yaratıldığı ( elektronik posta, sohbet forumları, tartışma grupları ), değişik kültür gruplarının kendini daha iyi tanıtma imkanı bulduğu bir toplum yaratılabilir.
Maddi dünyayı ve onun kültürel uzantıları olan, görüntü ve imajları birbirinden ayırt edemeyiz. Bu durumda teknolojiyi bir toplumun ya da kültürün parçası olarak ele almak daha yerinde olur. Bir sorunun sadece teknik olduğunu düşünmek yerine onun sosyal ekonomik ve kültürel uzantıları olduğunu da varsaymalıyız. Böylece kültür ve teknoloji arasındaki ilişkiye, onu kullanan, yorumlayan, benimseyen ya da reddeden toplumun aktörlerini de katmış oluruz.
Teknoloji projelerin, sosyal ve kültürel bildirimlerin bir uzantısıdır. Teknolojinin kullanımı ve varlığı, insan ilişkilerini faklı olarak etkilemiştir. Buhar makinası tekstil işçilerine 19. yüzyılda nasıl hizmet etmişse, bugün de bilgisayarlar bireylerin iletişim kapasitesi arttırmak için hizmet vermektedir.
Sonuç olarak Fransız Kuramcı Pierre Lévy’nin de önemle altını çizdiği gibi bir teknolojinin sosyo-kültürel etkilerinden bahsetmeden sadece teknik sonuçlarını ortaya koyamayız. Teknoloji ve kültür arasındaki ilişki, ancak onu kullanan aktörler ve o teknolojiyi kullandıkları ortam göz önüne alınıp incelendiğinde doğru analizlere ulaşılabilir


En son Yusuf tarafından Çarş. Mayıs 19, 2010 7:47 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Yusuf
Root Administratör
 Root Administratör
Yusuf


Erkek Mesaj Sayısı : 337
Kayıt tarihi : 18/05/10
Yaş : 37

Teknoloji Nedir? Empty
MesajKonu: Geri: Teknoloji Nedir?   Teknoloji Nedir? Icon_minitimeÇarş. Mayıs 19, 2010 7:47 am

TEKNOLOJİ NEDİR?

1. Teknoloji, insanın bilimi kullanarak doğaya üstünlük kurmak için tasarladığı rasyonel bir disiplindir (Teknoloji Nedir - Simon, 1983, s.173 ).

2. Teknoloji, somut ve deneysel anlamda temel olarak teknik yönden yeterli küçük bir grubun örgütlü bir hiyerarşi yardımıyla bütünün geri kalanı (insanlar, olaylar, makineler vb. ) üzerinde denetimi sağlamasıdır (Teknoloji Nedir - McDermott, 1981, s.142 ).

3. Öğretim teknolojileri tarihi konusunda önemli bir isim olan Paul Saetller teknolojiyi şöyle tanımlamaktadır: “Teknoloji (Latince texere fiilinden türetilmiştir; örmek, oluşturmak (construct ) anl***** gelir ) birçoklarının düşündüğü gibi makine kullanmak değildir. Teknoloji, bilimin uygulamalı bir sanat dalı haline dönüşmesidir. Uygulamalı sanat terimi Fransız sosyolog Jackques Ellul tarafından kullanılmış ve kısaca technique olarak isimlendirilmiştir. O, teknolojiyi bir technique uyarınca yapılmış bir makine olarak görmüş ve bu technique’nin ancak küçük bir bölümünün makine tarafından ifade edilebildiğinden bahsetmiştir. Belirli bir teknik sayesinde sadece makinenin değil, bu makineye ait öğretimsel uygulamalarında gerçekleştirilebileceğinden söz etmiştir. Sonuç olarak davranış bilimi ile öğretim teknolojileri arasındaki ilişki, doğal bilimlerle mühendislik teknolojisi arasındaki ya da biyoloji ile sağlık teknolojisi arasındaki ilişkiyle benzer hatta aynıdır” (Teknoloji Nedir - Saettler, 1968, ss. 5-6 ).


4. Ünlü bir eğitim teknoloğu olan James Finn teknolojiyi tanımlarken şöyle demektedir: “Makine kullanımının yanı sıra teknoloji, sistemler, işlemler, yönetim ve kontrol mekanizmalarıyla hem insandan hem de eşyadan kaynaklanan sorunlara, bu sorunların zorluk derecesine, teknik çözüm olasılıklarına, ve ekonomik değerlerine uygun çözüm üretebilmek için bir bakış açısıdır” (Teknoloji Nedir - Finn, 1960, s.10 ).

5. Bilim ve teknolojinin farklılığını belirtmek için ilk nükleer denizaltıyı yapan ve serbest bir eğitim eleştirmeni olan Amiral Hyman Rickover şöyle söylüyor: “Bilim ve teknoloji birbirine karıştırılmamalıdır. Bilim doğadaki görüngülerin (fenomenlerin ) gözlenerek, zaten var olan doğru ve gerçeklerin ortaya çıkarılması ve bu gözlemler sonucunda elde edilen verilerin düzenlenerek gerçeklerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin ortaya konulduğu teorilerin oluşturulmasıdır. Teknoloji asla bilim için bir otorite olamaz. Teknoloji insan aklını ve vücudunu güçlendirmek, üstün kılmak için geliştirilecek aletler, teknikler, ve yöntemler üzerinde durur. Bilimsel yöntem insan faktörünün tamamen dışlanmasını gerektirir, şöyle ki; gerçeği arayan kimse, kendinin ya da diğer insanların hoşlanacağı veya sevmeyeceği şeylerle, popülist değerlerle ve herhangi bir çıkar uğruna çalışmaz. Diğer yandan teknoloji fikir (bilim ) değil de hareket olduğundan, eğer insani değerler göz ardı edilirse tamamıyla tehlikeli bir sonuca da yol açabilir (Teknoloji Nedir - Knezevich & Eye, 1970, s.17 ).

6. Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri kapsayan bilgi. (Teknoloji Nedir - Güncel Türkçe Sözlük.)

7. Bir endüstri dalıyla ilgili yapım yöntemlerinin, yollarının ve araçlarının inclenmesinden oluşan bilgi dalı. (Teknoloji Nedir - BSTS / Eğitim Terimleri Sözlüğü.)

8. Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri kapsayan bilgi: § “Yirminci yüzyıl sonunda teknoloji şu kadar ilerlemiş.” -Adalet Ağaoğlu, Geçerken, 28. § “Değişen, teknoloji karşısında, milletleri...” -Yavuz Bülent Bakiler, Üsküp’ten Kosova’ya, 163. § “Mesele bir (teknoloji) ifadesine bürünmeye yüz tutmuş.” -Necip Fazıl Kısakürek, İhtilal, 334. § “… ayrıca teknoloji gereklerinin, alışverişinin hemen başka ülkelere kaydırılmasına elverişli olmaması, Amerika’nın Şili ekonomisini kesinlikle köstekleme niyetini ortaya koymuştu. -Attila İlhan, Batının Deli Gömleği, 20. (Teknoloji Nedir - BSTS / Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü.)


TEKNOLOJİNİN ÖNEMİ


Sanayileşmenin en belirgin ögesi teknoloji üretebilmektir. Teknoloji üretebildiğiniz, bilgiyi ürün tasarlamada kullanabildiğiniz takdirde ticarette rekabet üstünlüğünü, savunma sistem başkasına vermeyeceğine göre salt teknoloji transferi yaparak sanayileşmemiz ve kalkınmamız, savunma sistemlerinde de ca9ydırıcılığı sağlamamız olası değildir. Bu nedenle amaç kendi teknolojimizi kendimizin üretmesi olmalıdır. Kendi teknolojisini üreten bir sanayileşme ile ulusal ekonomiye, ülkenin mühendislik gücüne ve ulusal teknolojiye en yüksek katkıyı sağlayabilir, beyin göçünü önleyebilirsiniz.

Teknolojiyi kısaca bilimsel bilgiden yararlanarak yeni bir ürün geliştirmek, üretmek ve hizmet desteği sağlamak için gerekli bilgi, beceri ve yöntemler bütünü olarak tanımlayabiliriz. Bu duruma göre özgün üretim için gerekli safhaları da dörde ayırabiliriz.
•Bilimsel bilgiye ulaşmak veya geliştirmek
•Bilgiden faydalanarak bir ürün tasarlamak (tasarım yeteneği veya teknolojisi)
•Tasarlanan bir ürünün üretim tekniklerini belirlemek (üretim teknolojisi)
•Üretim

devamı...
Bir ürün geliştirmek için gerekli malzeme ve ekipmanı çeşitli kaynaklardan bulabilirsiniz. Bu nedenle önemli olan tasarım yeteneğine sahip olmaktır. Tasarım yeteneğine sahipseniz her şeyi yapabilirsiniz. Bağımsızlık da bundan sonra gelir.
Teknoloji ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirlemekte ve uluslararası yarışta, sahibine büyük bir ticari üstünlük sağlamaktadır. Dünya ulusları teknoloji üretebilenler ve üretemeyenler olarak ikiye ayrılmakta, teknoloji üretemeyen uluslar az gelişmiş uluslar olarak sınıflandırılmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde, ürün rekabeti, bilimsel ve teknolojik yetkinlik rekabetine dönüşmüştür. Klasik anlamda rekabet gücünü belirleyen faktörler arasında doğal hammadde kaynaklarının bolluğu, ucuz işçilik gibi temel üretim faktörleri yer alırken, günümüzde ileri ve özellikli üretim faktörleri belirleyici duruma gelmiştir. İleri üretim faktörleri, nitelikli iş gücünü, Ar-Ge altyapısını, modern bir haberleşme ağını ve bilişim (enformasyon) teknolojilerinin etkin kullanımını içerirken, özellikli üretim faktörleri, belirli alanlarda yoğunlaşmış bilgi ve beceriye sahip iş gücü ile bilgi ve deneyim birikimini içermektedir.

Diğer yandan, başta elektronik, enerji, bilişim, uzay, biyomühendislik, organik kimya endüstrileri gibi "bilim ve teknoloji temelli" sektörler ile bunların bir bileşkesi olan savunma sanayii, en yüksek oranda katma değer yaratan, dolayısı ile toplumsal refaha katkıları en yüksek olan sanayi dalları olarak ortaya çıkmaktadırlar.

TEKNOLOJİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ

Anlamak anl***** gelen bilim ve yapmak anl***** gelen teknolojinin gelişim serüveni ilk insanın akıl, mantık ve duyu organlarını maddeye yöneltmesi ile başlar. Bilim ve teknoloji, serüveninin ilk gününden beri kabul gördüğü coğrafi bölgeler ve kültürler arasında seyahat eder ve gittiği her yere maddi gücünü de beraberinde taşır. Bilimin ve teknolojinin bu gücünü anlayan Büyük İskender, yaşadığı çağa siyasal damgasını vururken, İskender’den sonra gelen İslam dünyası da, yine bilim ve teknoloji aracılığıyla yaratıcının buyruklarını dünyanın dörtbiryanına taşır. İslam dünyasından sonra bilimi sahiplenen Avrupa, dünyayı kendisine sömürge yaparken, Amerika bilim ve teknolojinin gücü ile sömürgeciliği devralarak, hertürlü zehirli ürünleri deneyerek çöplük haline getirdiği gezeğenin koruyucusu rolünü üstlenir(!).


Bilimin ilk tohumlarını, M.Ö. 3000 yıllarında medeniyetin pırıltılarının görüldüğü Mezopotamya uygarlığında görüyoruz. Bu nedenle bilim ilk yolculuğuna doğu uygarlığından çıkar. Mısır uygarlığından sonra Batıya geçen bılim, önce İyonya’ya, sonra Atina’ya, Güney İtalya’ ya gider ve yeniden İskenderiye’ye döner. Roma İmparatorluğunun çökmesi ve Ortaçağ bağnazlarının muhteşem İskenderiye Kütüphanesini yakması ile yokolmaya yüztutan bilim, İslamiyetin doğuşu ile yeniden canlanır ve gelişir. 7. yüzyıldan 13. yüzyılın sonlarına kadar İslamiyetin himayesinde gelişen ve modern anlamda tohumları atılan bilim, yeniden Avrupa’da canlanmaya başlar. Avrupa’dan Amerika yolculuğuna çıkan bilim, bu yolculuğa çıkmadan önce teknolojiyi de koluna takar. Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin öncülüğünde Asya’ya da yerleşen ve yolculuğuna başladığı zaman toplumda pek yeri olmayan bilim, 20.yüzyılın sonunda oluşturduğu kendi toplumuna ve modern insanına Nemrutluğunu ilan eder.

Eski Mısır Dönemi

M.Ö.3000 yıllarında Nil ve Fırat kıyılarında rahiplerin yönetiminde yerleşik hayat yaşayan Sümerler, günlük yaşamlarında teknolojik ürünleri kullanıyor ve yaşamı daha kolaylaştırmak için çevreden görgüsel olarak bilgi topluyorlardı. M.Ö. 2500′li yıllara gelindiğinde ise çarpım tablosunu kullanıp, matematiksel bazı hesaplamaları yapıyorlardı [1]. M.Ö.2000 yıllarında Sümerler’den bilim meşalesini alan Babilliler, karekök, küpkök alma, ikinci ve üçüncü dereceden problemleri çözmek amacıyla bazı tablolar geliştirirler. M.Ö.1000 yıllarına kadar Sümerler ve Babilliler döneminde elde edilen bilgiler daha çok empirik bilgi düzeyinde kalır [2].
Eski Yunan Dönemi
M.Ö.1000 yıllarından sonra Ege kıyılarında yaşadıkları dünyaya anlam arama çabası ile felsefe yapan Yunanlılar tarih sahnesinde görülür. Yunanistan ve Güney İtalya’da yaşayan Yunanlılar, bilimin tohumlarını İyonya’da atar ve felsefe biliminin de öncülüğünü yaparlar. Bilinen ilk Yunanlı bilgin Milet’de yaşayan Thales’dir. İlgi alanı astronomi ve felsefe olan Thales, evrenin sudan meydana geldiği hipotezini ortaya atar. Thales, düşüncelerini Mısır gibi değişik ülkelere yaptığı seyahatlerden elde ettiği bilgiler ile yoğurur. Thales yaptığı seyahatlerle, farklı kültürlerin birikimlerini Yunan topraklarına taşıyarak bilimin ve teknolojinin gelişiminde en önemli bir görevi de yerine getirir. Thales’in öğrencileri Anaximender ve Anaximenes sayesinde, Yunanlıların doğa olaylarına karşı ilgisi artar ve böylece bilim tomurcuklanmaya başlar [3]. Ancak M.Ö.550′li yıllarda Perslerin Yunan topraklarını istilası ile tomurcuklanmaya başlayan bilimin yeşermesi bir başka bahara kalır.
Thales ve öğrencilerinin materyalist felsefesine karşın rasyonalist felsefeyi kuran Pythagoras M.Ö.530′li yıllarda Ege kıyılarından Sicilya’ya taşınır ve ünlü “Kardeşlik Derneği”ni kurar. Matematiği baştacı yapan Pythagoras’a göre, ‘evrenin yapı taşı sayıdır’. Pythagoras’tan etkilenen Herakletios ise ‘gerçeğin özü sayı değil değişmedir’ derken M.Ö.475 yılında yine Pythagoras’tan etkilenen Parmenides, ‘ Gerçeğin özü sayı değil olmadır ve olma, değişmeyen, hareketsiz, bitmeyen varlıktır’ der [4].

M.Ö.450 yıllarında materyalist ve rasyonalist akımların etkisi altında fikirlerini oluşturan Empedocles’e göre ise, ‘tüm varlıklar ateş, hava, su ve toprak olmak üzere dört elementten oluşur, bu elementlerin ilişkilerini sevgi ve nefret olmak üzere iki güç yönetir ve dünya bu gücün rastlantı sonucu çarpışmasından oluşmuştur’. Aynı dönemde yaşayan Demokritos yeniden materyalist bir yaklaşımla, ‘atomlar ve içinde döndükleri boşluk olmak üzere iki gerçek var’ der. Demokritos’a göre, ‘insan dahil herşey maddenin mekaniksel olarak birleşmesinden doğmuş nesnelerdir’. Demokritos ilk kez atom teorisini ortaya atarak ve insanı daha o günden maddeyle sınırlayarak bilim tarihinde yerini alır [2,3,5].

Pythagoras’ın ‘kardeşlik derneği’nin üyeleri olan çoğu bilgin, tartışma sanatı üzerinde uzmanlaşır ve Atina’nın hoşgörülü demokrasisi içerisinde fikirlerini rahatlıkla beyan ederler. Bunlar, çeşitli mantık oyunları ile doğru yanlış bakmaksızın muhatabı mat etmenin yollarını öğreterek geçimlerini sağlarlar. Sofistler adı verilen bu gruba karşı ilk başkaldırı Sokrates’ten gelir. Sokrates, ‘tartışmanın amacı insanı iyi, akıllı ve dürüst yapmanın yollarını araştırmak olmalı’ der ve siyasi otoriteyi rahatsız ettiği için darağacına gönderilen ilk bilginler arasında yerini alır. Sokrates, M.Ö.480′de ölen Konfiçyüs ve 479′da ölen Buda’dan 9 yıl sonra dünyaya gelir ve 399 yılında baldıran zehiri içirilerek öldürülür [2,3,6]. Böylece, maddi kaygılarla ve günü kurtarma düşüncesi ile hareket eden siyasi otorite, cinayetlerine bir yenisini daha eklerken, geleceği kurcalama ve maddeye anlam arama çabası ile hareket eden ve şehit olan bilginler listesine de bir yenisi daha eklenir.

Sokrates’in ölümünden sonra üzüntüsünden Atina’yı uzunca bir süre terkeden öğrencisi Platon (Eflatun), Atina’ya tekrar döndüğünde Akademisini kurup kapısına da ‘Buraya matematik bilmeyen giremez’ pankartını asar. Eflatun matematiğe verdiği önem kadar mistizme de önem veriyordu. Eflatun’a göre, ‘evren idealar ve olgular dünyası olmak üzere ikiye ayrılmıştı ve evren birtakım nesnelerin rastlantı sonucu birleşmesinden değil, akıllı bir yaratıcı tarafından oluşturulmuştu’ [2].

Eflatun’un öğrencilerinden Eudoxus hocası gibi düşünmüyor ve astronomi ile spekülatif kozmolojiyi birleştirerek evreni tanımlamada gözlemden bahseden ilk bilgin oluyor. Eflatun’un bir diğer öğrencisi, bilim tarihinde oldukça önemli bir yeri olan ve M.Ö. 384′de doğan Aristoteles’dir. Aristo’nun bilim üzerine etkisi yüzyıllar boyunca devam eder ve Ortaçağ boyunca hem İslam dünyasını hem de Batı kültürünü yakından etkiler.

Eski Yunan’da böyle gelişmeler olurken Çinliler kağıdı, barutu, pusulayı, baskı tekniğini ve abaküsü (ilk basit hesap makinası) bulurlar. M.Ö.246 yılında Çin İmparatoru Çü Huang-ti, ulusal birliğin sağlanması için tüm kıtapların yakılması gerektiğini söyler ve meydanlarda toplattığı tüm kitapları yaktırır [6]. Böylece siyasi otoritenin düşünceye karşıtlığı ve tahammülsüzlüğü daha bu tarihlerde ortaya çıkar.

M.Ö.334′de İskender’in 2. Yunan Kongresi’nde başkomutan seçilerek, Mısır’ı, Fenikelilerin tüm topraklarını ve Kudüs’ü alması, Pers İmparatorluğunu yıkması, İndüs’ü ele geçirerek Hint uygarlığını sona erdirmesi, Yunan düşüncesinin diğer kültürlerle tanışma olanağını sağlar. Büyük İskender (Zülkarneyn), sefere gittiği yerlere sadece veziri olan Aristoteles’i değil birçok bilim adamını da ***ürerek bilimsel gelişmelerin önünü açar. Büyük İskender gibi Eflatun ve Aristoteles de İbrahim dinine bağlı ve İslam şeriatinden idi [6]. Yine aynı dönemlerde yaşayan ve İskender’in sorması üzerine ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ diyen, Eflatun’un ‘çılgın Sokrates’ dediği ve İskender’in ‘Eğer İskender olmasaydım Diogenes olmak isterdim’ diye iltifat ettiği Diogenes de erdemi yüceltir ve bilginlere büyük değer verirdi. Aristoteles, Lyceum’unu yine bu dönemde kuruyor. Büyük İskender’in himayesinde Yunanlılar ****fizik nitelikteki spekülatif bilimden 300 yıl sürecek olan ve ‘Helenistik Çağ’ adı verilen gözleme dayalı emprik bilime yönelirler [2,3].

M.Ö.323 yılında Büyük İskender’in ölümünden sonra, Mısır’ın yönetimini eline alan Aristoteles’in öğrencisi general Ptolemy, hocasının Lyceum’unu örnek alarak meşhur İskenderiye Müzesi’ni kurar. Müze yüzlerce devletten maaşlı bilim adamını kadrosunda bulundurması nedeni ile günümüz araştırma merkezlerinin ilk nüvesi sayılır. Ayrıca müzede, yarım milyondan fazla kitabı olan bir kütüphane, gözlem evi, diseksiyon odaları ve bir de hayvanat bahçesi vardı [2]. İlk yüzyılı büyük bilimsel çalışmalara sahne olan müzede, Archimedes, Apollonius, Hero, Batylamus, Öklid, Hipparcus ve Erasosthenes gibi büyük bilimadamları yetişir ve aynı zamanda ders verirler. Müzede ders veren Apollonius, Parabola Hiperbola ve Elips gibi terimleri ilk kullanan bilimadamı unvanını alır.

M.S.101 yılında ‘Sen de mi Brütüs’ sözünün sahibi Julius Sezar, bilinen ilk gazeteyi çıkartır [6]. Bu tarihlerden sonra Yunan Bilimi geriler ve Avrupa Ortaçağ karanlığına gömülür. Kiliseye ters düştüğü gerekçesi ile bilim adına ne varsa yoketme süreci başlar. Birçok bilimsel kitap yakılır. M.S.389 yılında Piskopos Theophilus, İskenderiye Müzesi’nin ünlü kütüphanesinin bir bölümünü tahrib ettirir. 415 yılında da Patrik Cyril’in kışkırtması üzerine matematikçi Hypatia öldürülür. 525 yılında ise Eflatun’ un kurduğu Akademi, Justinian tarafından Hristıyanlığa aykırı sayılarak kapatılır. Aynı dönemde Roma’lı Boethius seküler (laik) nitelikteki yazılarından dolayı Kilise tarafından ölüm cezasına çarptırılır. Atina’daki okulların kapanması üzerine birçok Yeni-Eflatuncu bilgin İran’daki Jundishapur’a yerleşir ve Yunan düşüncesi ile Hint, İran ve Suriye kültürleri yeniden temas olanağı bulur [2,3,4].

İslam Dünyasındaki Gelişmeler

600′lü yıllarda doğup kısa sürede gelişen İslamiyet ile, Büyük İskender döneminde olduğu gibi bilim bir kere daha yeşerir. Kur’anda tabiatın incelenmesine yönelik olarak bulunan 750 ayetten ve Peygamber’in yolgöstermesi ile yaratıcının sırlarını arayan müslümanlar, deneye ve gözleme dayalı bilimin temelini atarlar. Bu dönemde Emevi Halifelerinden Muaviye bir milyon civarında kitabı barındıran “Darü’l-Hikme” yi (İlim Kültür Yuvası) kuruyor. Yine Halife el-Hakim, 400.000 ciltlik bir kütüphane kurarak bilim adamlarını Kurtuba’da toplar. 8.yüzyılın sonlarına doğru Halife Harun-el-Raşid, Aristoteles’in tüm kitaplarını, Galen ve Hipokrat gibi büyük bilim adamlarının bırçok eserini Arapçaya çevirtir [7]. Halife el Memun, Bizans’a ve Hindistan’a elçiler göndererek çevirmeye değer kitap aratır ve Bizanslıları yendiği savaşta, savaş tazminatı olarak sadece Eski Yunan Yazmalarını ister [7,8]. Böylece İslam dünyası, kendilerinden önce yapılan tüm bilimsel çalışmaları toparlayarak kaybolmasını önler ve daha sonra bu çalışmalar Arapça’dan Batı dillerine çevrilir. Endülüs Devleti’nin kurulması ile Musevi, Hristiyan ve İslam kültür geleneklerinin buluşması İspanya’yı bilim ve kültür merkezi haline getirir [2].
İslam dünyasında yetişen bilim adamlarından Cabir Bin Hayyan, ‘Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler’ olarak dört grupta toplar ve modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier’e öncülük eder. El-Kindi, Einstein’dan 1100 yıl önce 800 yılında izafiyet teorisi ile uğraşır. El-Kindi, ‘Zaman cismin varolma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlıkta hareketin modaliteleridir’ der. Zaman, mekan ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür’ der [8,9].

18.yüzyılın matematik bilgini Gerolamo Cardano’nun ‘İnsanlığın 12 büyük düşünüründen biri’ dediği Harezmi, Hint rakamlarına sıfır rakamını ekliyerek bugünkü kullandığımız rakamları oluşturuyor [7,8,9]. Fen bilimlerinde deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söyleyen Ahmet Fergani, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, ekliptik meyli en doğru şekilde hesaplayarak kaşifler arasına giriyor [7,8,9].

Trigonometrik bağıntıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren, El-Battani, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar. J.E.Montucia 1802′de yayınladığı ‘Histories des Mathematiques’ adlı eserinde “Johann Müller’in bilimsel eserleri çok zengin olmakla beraber, bir zamanlar zannedildiği kadar orijinal değildir. J.Müller’in kendisinden önceki yıllarda, bu konuda yazılmış olan eserler hakkında bilgisi vardı. Bilhassa el-Battani ve Nasirüddin Tusi’diden birşeyler aldı” der [7,8,9]. El-Battani, Tanjant ve Kotanjant’ın tanımını yaparak” Sinüs, Tanjant ve Kotanjant’ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar ve küresel üçgenlerde, köşelerden birinin dik olması halinde üçgende geçerli olan bağıntıları ortaya koyar [8,9,10].

Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır, tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder ve başhekimi olduğu hastanede görev alacak olan doktorların uzmanlaşmaları gerektiğini söyler [7,8,9]. Ebü’l-Vefa Trigonometriye Sekant ve Kosekant kavramlarını kazandırır. Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batylamus’a karşı, ‘Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir’ diyerek, yaptığı sayısız denemelerle ‘göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne intikal ettirildiğini’ söyleyen İbnü-l-Heysem, optik biliminin öncüsüdür [7,8].

Çeşitli maddelerin birbirinden ayirt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tesbit eden el-Beyruni, 973 yılında ‘Bilimsel çalışmaların, deneylerle isbat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu’ söyler.

İbnu’n-Nefis 1200′lü yıllarda küçük kan dolaşımını keşfeder [10]. Bursalı Kadızade Rumi 1100′lü yıllarda, ‘Siyasi otoritenin, ilim müesseselerine karışmaması gerektiğini’ söyleyerek zamanın Hükümdar’ı Uluğ Bey’e karşı tavır alır ve istediğini yaptırır [11]. Şerafettin Sabuncuoğlu 1300′lü yıllarda hayvanlar üzerinde ceşitli deneyler yaparak deneysel fizyolojinin öncülüğünü yapar. Sabuncuoğlu, yılan zehirine karşı antidot olarak kullanmak istediği bir tiryakı önce horozlarda, sonra da kendi üzerinde dener [12].

Gıyaseddin Cemşid, Kadızade Rumi ve Ali Kuşçu tarafından ortak hazırlanan ve 1018 kuyruklu yıldızın konumunu içeren ‘Zic-i Gurgani’ isimli yapıt, kronoloji sistemleri, pratik astronomi ve çeşitli kuramsal matematik konularını içerir [13]. Ali Kuşçu, Fatih’in davetini kabul ederek İstanbul’a gelir ve Ayasofya Medresesi Müderrisliğine (Profesörlüğü) getirilir. 15.yüzyılda Mursiyeli İbrahim Akdeniz Haritasını, 16.yüzyılda ise Piri Reis I.ve II. Dünya haritasını çizerek deniz kılavuzu mahiyetindeki ‘Kitab-ı Bahriye’ adlı coğrafya eserini yazar [7].

Bizans Kralı Jüstinyen’in yaptırdığı Ayasofya’nın kubbesine çıkıp, Hz.Süleyman’a hitaben “Ey Süleyman bugün seni geçtim” demesine karşın Selimiye’yi yapan Mimar Sinan, ‘Ey zavallı Jüstinyen, Allah ü Vahidü’l-Ahad, herkesten ve herşeyden üstündür’ diyerek cevap verir [7]. 1630 yılında Hezarfen Ahmed Çelebi uçma denemeleri yapar. Katib Çelebi ise aynı yıllarda yerküreyi, Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Mecellenika (Avustralya) ve kutub bölgeleri olmak üzere altı kıtaya ayırır. Katib Çelebi 14.500 yazar ve yorumcuyu kapsayan “Keşfü’z-Zunun” adlı bibliyografya lugati ile, bir bibliyografya uzmanı olduğunu ortaya koyar [7].

Fatih Sultan Mehmet Han’ın ölümünden sonra medreselerden tabiat bilimlerinin öğretilmesi yavaş yavaş kalkar. Bu dönemden sonra İslam anlayışındaki yetersizlik İslam dünyasının bilim dünyasından silinip yokolmasına neden olur. Araplar batının kölesi konumuna düşerken, tarih boyunca İslamın bayraktarlığını yapan Türkler ise bilim ve teknolojiye gereken ilgiyi göstermemelerinin bedelini fethettiği topraklardan kovularak ve barbar ilan edilerek öder.

İslam dünyasının bilimle uğraştığı parlak dönemlerinde, Avrupanın Hristiyan dünyası büyü, simya ve astroloji ile uğraşıyordu. Halkın kültür düzeyi çok düşük olduğu için bilimle kimse ilgilenmiyordu. Kilise ile daima ters düşen Kutsal Roma İmparatoru Frederik II (1194-1250), Arapça’dan bazı bilimsel eserleri Latinceye çevirtir. Fakat bu çevirinin amacının bilim için mi, yoksa kiliseyi kızdırmak için mi olduğu tartışmalıdır [2]. Onüçüncü yüzyılda Avrupa’da Kilisenin öncülüğünde üniversiteler kurulurken iki de manastır düzeni ortaya çıkar. Bilime katkılarıyla bilinen Fransisken manastırı ve felsefeye katkıları ile bilinen Dominiken manastırı [2].

Dominiken manastırının yetiştirdiği en büyük din düşünürü St.Thomas Aquinas’dır (1225-1274). Skolastizm’in kurucusu olan St.Thomas, ‘bilginin iki kaynağı vardır, biri inanç, diğeri ise doğal akıl yürütmedir. İnanç bilgisini kutsal kitaptan alır; akıl yürütme ise aklın süzgecinden geçirilerek düzenlenen ve yorumlanan duyu verilerini kullanır ve bunun en yüce örnekleri de Eflatun ve Aristoteles’te vardı’ der. Fransisken manastırının yetiştirdiği en büyük bilim adamı ise Roger Bacon’dur (1214-1294). Bacon El Heysem’den etkilenerek optik bilimi üzerinde çalışır. Bacon, eğitim ve deneysel bilimde matematiğin çok önemli olduğunu söyler ve bilimsel çalişmalarda gözlem ve deneyin öneminden bahseder. Oysa bu dönemde Avrupa’da matematik, müslümanların uğraştığı bir alan olarak görülür ve uğraşanlara da iyi gözle bakılmazdı.

14. yüzyılda matbaanın icadı ile 1400-1500 yılları arası Arapça’dan ve Eski Yunanca’dan birçok kitap Latinceye çevrilir. Aristoteles’in tüm kitapları 1495 yılında basılır. Thales’in Mısır’a, İslam dünyasının Bizans ve Hindistan’a yaptığı bilimsel amaçlı seyahatlar gibi Avrupa’dan birçok bilim adamı İslam dünyasına seyahat yaparak bilimsel kitapları toplarlar. Bir kere daha bilimsel eserler Doğu Uygarlığından Batı Uygarlığına doğru yönelir. Eski Yunanca’dan Arapça’ya çevrilen bilimsel eserler yeniden Arapça’dan Latinceye çevrilmeye başlanır.

Rönesans Sonrası Gelişmeler

Kilise ile bilimi bağdaştırmaya çalışan skolastik düşünürlere rağmen Avrupa Rönesans dönemi ile beraber yavaş yavaş kilisenin baskısından kurtulmaya başlar. Rönesans döneminde bilim adamından çok, sanatçı, tarihçi ve politikacı yetişir fakat Heykeltraş, Mimar, Ressam olduğu kadar da Jeoloji, Astronomi, Anatomi ve Fizyoloji ile ilgili yaptığı çalışmalarıyla tanınan Leonardo da Vinci (1452-159) Rönesans döneminde yetişen en onemli bilim adamı olarak da bilinir. Rönesans döneminde zanaatkarların atölyelerinin çok faal olduğu da görülür.
Nicolaus Copernicus’un (1477-1543), evreni yer merkezli değil de güneş merkezli yaklaşımı sadece modern bilimin başlangıcı değil insanın evrende yerini saptamasının da başlangıcı sayılır. Polonya’nın Torun kentinde dünyaya gelen Copernicus çoğu düşüncesini Pythagoras ve Aristoteles’ten alır. Copernicus düşüncelerini kiliseden çekindiği için söylemez. Ancak yaşamının son yılında ağır hasta yatağında iken dostu Osiander tarafından ‘Göksel Kürelerin Dolanımı Üzerine’ adlı yapıtı bastırılır ve başlangıçta çoğu entellektüel tarafından küçümsenir. Martin Luether, Copernicus’a hitaben ‘Bu budala, tüm astronomi bilimini ters-yüz etme hevesindedir. Oysa, kutsal kitap bize, Joshua’nın yerküreyi değil, güneşi durdurduğunu söyler’ der [2,3]. Rönesansın kilisenin hakimiyetini yıkması ve Copernicus’un yaklaşımı ile aydınlanma çağı ve modern bilimin bugünkü anlamdaki şekillenme sürecini başlatır. Bu süreci izleyerek, Tycho Brahe (1546-1601), Johannes Kepler (1571-1630), Galileo Galilei (1564-1642), William Harvey (1528-1626), Nicolaus Steno (1638-1680) ve Isaac Newton (1642-1727), Leonard Euler ( 1707-1783), J.L. Lagrange (1736-1813), P.S.Laplace (1749-1827) gibi bilimadamları bugünkü anlamda modern bilimin temellerini atarlar.

Bilime dayalı Teknolojilerin gelişmesi

Sanayi devrimine kadar teknoloji, mucitler sayesinde daima bilimden önde gider ve Sanayi Devriminden sonra bilime dayalı teknolojiler dönemi başlar. Zanaatkar atölyeleri yerlerini, bilim adamının laboratuvarlarına, Araştırma-geliştirme (Ar-Ge) merkezlerine ve fabrikalara bırakır. Bu dönemde bilimin itici gücü sadece entellektüel merak değil daha çok sermaye olur. Bilimsel gücün para demek olduğunu anlayan birçok tüccar, bilim adamları ile yakın dostluk içerisine girerek onların çalışmalarını finanse eder. Böylece Avrupa, ticari sömürgeciliğin en iyi aracının bilim ve teknoloji olduğunu anlar ve bilime dayalı teknoloji çağı başlar.
Bilime dayalı teknolojinin ilk örneği Thomas Alva Edison’un laboratuvarına, bilimsel gelişmeleri ticari uygulamalara dönüştürerek gerçekleştirdiği elektrik teknolojisidir (elektrik lambası, güç santralı 1887). Henri Ford’un 1908 yılında seri olarak otomobil üretmesi ‘kütlesel üretim’ kavramını da ortaya koyar. 1895 yılında Röntgen’in X ışınlarını keşfetmesi ve arkasından doğal radyoaktivitenin keşfi (1896), Thomson’un elektronu keşfetmesi, Planck’ın kuantum kavramını ortaya atması ve Einstein’in foton kavramı (1905) ve genel rölativite teorisini ortaya koyması, daha önce temeli atılan modern bilimin doğuşunu da simgeler. Bilimin bu doğuşunun temelinde I.ve II. Dünya savaşlarının olması kadar farklı kültürlerin daha önce Eski Yunan’da, İslam dünyasında ve Endülüs’te biraraya gelmesi gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde de biraraya gelmesi vardır.

Yoğun madde fiziği, malzeme bilimi ve elektroniğin gelişmesi sonucu bilgisayar ve telekomunikasyon teknolojileri ortaya çıkar. M.Ö.3500 yılı civarında yazının, M.Ö. 170 yılında parşömenin ve 1454′de matbaanın icadı ile gelişen yazılı iletişim, telgraf, sabit görüntülerin elektrikle iletimi, daktilo, telefon, fonograf, televizyon yayını, teleks, haberleşme uydusu, transatlantik fiberoptik kablo, telefax ile yazılı metinlerin yanında, ses ve hareketli görüntüyü de kapsayan telekomünikasyon teknolojilerine dönüşür. Bu sayede bilginin işlenmesi, iletilmesi, depolanması ve enformatik, yazılım, optoelektronik ve fotonik gibi yeni bilim alanları ve bunlara dayalı yeni teknolojiler ortaya çıkar [14]. Transistörün geliştirilmesini izleyen yaklaşık elli yıllık bir süre içinde bilime dayalı “ileri teknolojiler” doğar [15]. Biyoteknoloji, gen mühendisliği ve moleküler biyoloji ile üretim sistemindeki değişimler yanında ürünlerin boyutlarında da bir minyatürleşme olur ve gıda üretimi tarlalardan araştırma laboratuvarlarına doğru kaymaya başlar.

Bilgi Toplumuna Geçiş Sürecinin Başlangıcı

Bilim ve teknolojinin bu serüveni sonucunda, sınırları tanımlanmamış genişlemeye ve aynı zamanda sınırsız ihtiyaçlar yaratmaya yönelik istikrarsız bir yapı olan ‘bilgi toplumu’ ortaya çıkar. Sanayı toplumunda olduğu gibi bilgi toplumunda da insan dahil herşey üretim faktörü açısından ele alınmaktadır. Sanayi toplumunun ihtiyaç duyduğu insan gücünü, iş ve emek ilişkisinin nasıl olması gerektiğini Taylor tanımlamıştı. Bilgi toplumunun gerektirdiği işi ve insan gücünü de W.Edwards Deming tanımlamaktadır. Deming’e göre bilgi toplumunun işçisi sadece söyleneni yapan değil, aktif olarak üretime katılan, asgari bir fen ve matematik bilgisi olan kişiler olmalıdır [16]. Bilgi toplumunun ihtiyaç duyduğu işçilerin %50’sinden fazlası da üniversite mezunu olmalıdır [17]. Böylece bilgi toplumunda ayakta kalarak üretim faktörü olma özelliğini sürdürebilecek modern insanda olması gereken vasıflar uzmanlarca şu şekilde belirleniyor: Teknolojik gelişmelere ve değişimlere adapte olabilme, kendini yenileyebilme yeteneği, ileri teknolojilere aşinalık, teknolojinin sosyal boyutunu kavrayabilme, en az bir yabancı dil bilme ve disiplinler arasında çalışabilme özelliğinin olması.

Bilim ve teknoloji yeni bir toplum şekillendirdiği gibi yeni bir insan gücünü de tanımlamaktadır. Böylece 20. yüzyılın siyasi atmosferini dolduran emek - sermaye ilişkisi, 21. yüzyıla girilirken yerini yönetim-bilgi-sermaye ilişkisine, emeğin performansı da bilginin performansına bırakır. Başında, magazin sayfalarında gösterişci kapitalistler kadar, profesyonel yönetici ve bilim adamlarının da simaları görülmeye başlanır. Serbest piyasa ekonomisi, banka ağları, bilgi ağları, ulaşım şebekesi, çokuluslu şirketler ve sonuç olarak küreselleşme kavramı ortaya çıkar. Böylece insanın faaliyetleri ulusal devletin dışına çıkarak uluslararası mahiyet kazanır. Diğer taraftan ise insan birçok bilgiye ulaşırken insana ait birçok özel bilgiye de kredi kartı, personel bilgi formu vs. gibi formlar sayesinde erişilebilmektedir. Yine şu anda dünyanın birçok yerinde yürütülen ‘Genom’ projesinin sonuçlanması ile insan bir de ‘gen kimlik kartı’na sahip olacak. İnsanın gen haritasını tanımlayan bu kimlik, sosyal statüdeki konumu da belirleyebilecek. Örneğin DNA içerisindeki şifrelere göre anlamlandırılan kodlar sayesinde insanın neye meyilli olduğu tesbit edilecek ve iş bulmada, evlenmede ve herhangi bir yere üyelikte bu kodların çözümüne bakılacaktır. Kodlarından şizofreniye meyilli veya başka bir hastaliğa eğimli gibi anlam çıkartılan insanın yaşamı daha başlamada altüst olabilecek ve daima kontrol altında tutulacaktır.

Bu gelişmeler, insanı belli merkezlerden yönlendirebilme yeteneğini de beraberinde getirerek, birçok gayrimeşru iktidarın meşrulaştırılması rolunü de üstlenir. Bilim, siyasi iktidarların teorik düşünce boyutundaki haklılığını doğrulamanın peşinde koşturulurken, teknoloji de toplumun kontrol altına alınması yönünde geliştirilmektedir. Gelişmiş ülkelerin harcamalarına bir gözatıldığında, yatırımların çoğunun insanı hedef alan savaş teknolojisine veya insanın eylemlerini denetlemeye dayanan kontrol mekanizmalarının geliştirilmesine yönelik olduğu görülür. Modern insan, sanki hemcinsini mahkum etmeye veya yoketmeye yönelik programlanmış gibi üretmektedir.

Bilim ve teknoloji, şekillendirdiği yükseköğretim kurumlarında üretilen modern köleleri eliyle bir taraftan kendine endeksli toplumu ortaya çıkartırken diğer taraftan da ürünleri ile doğayı nükleer çöplük haline getirmekte ve kozmosu kaosa doğru sürüklemektedir. Bu nedenle gözükapalı kölelerini ürettiği oran da gözükapalı karşıtlarını da üretmeye başlamıştır. Özellikle 1960′lı yıllardan itibaren alevlenen çevrecilik hareketleri sonucunda, teknolojinin hoyrat ve sınırsız gelişimine müdahale etme düşüncesi ile ‘yumuşak teknoloji’ kavramı gündeme gelir.


TEKNOLOJİNİN YARARLARI

TEKNOLOJİNİN İNSAN YAŞ***** OLUMLU ETKİLERİ

Teknolojinin geçmişten günümüze kadar insan yaş***** birçok olumlu etkisi olmuştur. İnsanlar bilimsel araştırmaları insanların doğası gereği merak edip sorgulamaları sonucu yaptıkları çalışmalarla meydana getirirler. ’technoslogos’ teknolojinin Latince karşılığıdır. ’techne’ yapmak, ‘logos’ bilmek anl***** gelmektedir. Alet ve edevatın yapılması için gerekli olan bilgi ve yetenektir.

Sanayinin en belirgin ögesi teknoloji üretebilmektir. Uluslar teknoloji üretip, bilgiyi ürün tasarlamada kullanabildiği ölçüde ticarette rekabet üstünlüğünü, savunmada da caydırıcılığı sağlayabilir. Bu yüzden ülkelerin teknoloji üretmesi gelişmişlikleriyle doğrudan ilgilidir.

Günümüz dünyasında bir ülkenin diğer ülkeler üzerindeki saygınlığı ve dünya ülkeleri arasındaki konumu teknolojisinin gelişimiyle yakından ilgilidir.Teknolojik gelişmelerin sağlığa ,eğitime, haberleşmeye ve her alana olumlu katkısı mutlaka ama mutlaka vardır.
Teknolojik gelişmelerin eğitim üzerine etkisinin 19.yy’a kadar pek fazla değiştiği söylenemez.19.yy’a kadar eğitimde hep klasik uygulamalar kullanılmıştır. Tahta, sıra, tebeşir vb gibi… uygulamalar varken 19.yüzyılda bu durum değişime uğramıştır. Günümüzde bir kütüphane dolusu kitabın içinde bulunan bilgi bir diskin içine sığabilmektedir. Uydu ve internet teknolojisi sayesinde dünyanın bir ucundaki kütüphanede bulunan bilgilere ulaşabilmekteyiz.

1-) İnternet ağı sayesinde Dünya’nın bir ucundaki bilgiye ulaşıyoruz.
Teknolojinin gelişimi yaşam standartlarını artırmakta ve insana daha rahat bir yaşam sunmaktadır. Milattan öce 5000 yılında saatte 2-= ST1 />3 km hız yapabilen kızaklarla taşımacılık yapılırken 20.yy’da jet motorlarının yapılmasıyla saatte 1000 km’lik hızın üzerine çıkılmıştır.
2-) Teknoloji sayesinde insanlar daha rahat yaşam koşullarına sahip olurlar ve işlerini daha çabuk ve daha rahat yaparlar böylece ömürleri uzar. Evlerimizde kullandığımız çamaşır bulaşık makinelerinden tüm teknolojik aletler işlerimizi daha rahat yapmamıza olanak sağlar.
Evlerimizde kullandığımız teknoloji ürünü araçlar sayesinde işlerimizi daha kısa sürede, daha rahat ve daha az enerji harcayarak yapabilmekteyiz.
3-) Teknoloji tıp alanında da çığır açan ürünlerle insanların hayatına olumlu etki etmektedir.
Sinirbilim alanında kullanılan son teknolojiler (fonksiyonel beyin görüntülemesi, ruhsal durum ve beyin fonksiyonları üzerinde etkili ilaçlar, beyin yapısı, fonksiyonu ve düzeni ile ilgili araçlar) bir çok etik sorunun tartısılmasına neden olmaktadır. Bu sorunlardan en önemlisi; bu teknolojilerin herhangi bir tıbbi endikasyon olmadan, bireylerin zihinsel ve beyinsel yetenek ve kapasitelerinin gelistirilmesi veya güçlendirilmesi amacıyla kullanılmasıdır.
Vücut üzerinde standard noktalara yerleştirilmiş elektrodlar arasındaki kalbe ait voltaj-zaman fonksiyonunu kaydeden elektronik cihazlara elektrokardiograf denir. Bu cihazlar kayıt yapılacak elektrod çiftlerinin seçildiği bir devre, kalbe ait olmayan elektriksel potansiyel değişikliklerinin süzüldüğü bir filtre devresi, amplifikatör (yükseltici) ve kayıt ünitelerinden oluşur. Voltaj-zaman fonksiyonu kağıt üzerine yazdırılabildiği gibi, bir monitörden de izlenmesi mümkündür.
Ekg ve Defibrilatör
Mamografi ; yoğunlukları ve atom numaraları birbirine yakın olan kas , yağ ve memenin glandüler yapılarını incelemek amacıyla kullanılan bir yumuşak doku radyografisi yöntemidir.
İlk olarak Albert Solomon 1913’te mastektomi spesimenlerinde tümörün aksiller lenf nodlarına yayılımının gösterilmesinde radyografilerin yararlı olabileceğini bildirmiştir. Daha sonraki dönemde, 1930 yılında L. Warren Stanford in vivo mamografi uygulamasını gerçekleştirmiştir.

Voltametri, bir indikatör veya çalışma elektrodunun polarize olduğu şartlarda uygulanan potansiyelin fonksiyonu olarak akımın ölçümüne dayanır. Voltametride kullanılan mikroelektrot iç çapı 0,03 – 0,05 mm olan cam bir kapiler borudan akarak büyüyen ve belli bir büyüklüğe geldiği zaman koparak düşen bir civa damlasıysa, yöntemin adı Polarografi ve elde edilen akım-gerilim eğrisinin adı ise polarogram olur. Civa damlaları kapiler borudan sabit bir hızla ve dakikada 10-60 kez olmak üzere düşer. Civanın damlama hızı kapiler borunun bağlı olduğu civa haznesinin yüksekliği ile ayarlanır. Görüldüğü gibi teknolojinin gelişiminin tıbba yararı büyüktür.

4-) Eğitimde de teknolojinin yararı vardır. Episkop, projeksiyon makinesi, televizyon, dvd-vcd, video oynatıcı gibi cihazlar okullarda kolaylık sağlamaktadır.
5-) Günümüzde teknolojinin olumlu bir sonucu da bilgilerin, düşüncelerin, duyguların geniş insan kitlelerine daha kolay aktarılabilmesidir. Matbaayla birlikte Avrupada birçok kitab basılmış ve aydınlanma çağı başlamıştır. Günümüzde internet, gazete, televizyon, radyo ve çeşitli iletişim araçları sayesinde daha çok insana duygularımızı, düşüncelerimizi, yapmak istediklerimizi aktarabilmekte dünyadaki insanların fikirlerinden de haberdar olmaktayız. Ayrıca teknoloji ulaşımda da çok işimize yaramaktadır. Uzun yollara kısa sürelerde gidebilmekteyiz.
Matbaa makinesi kitapların,gazetelerin,dergilerin vb… hızlı basılmasını sağlayarak toplumu aydınlatmakta yardımcı olmaktadır.
Teknolojinin ürünü olan ulaşım araçları sayesinde uzun mesafelere kısa zamanda ulaşabiliyoruz.

TEKNOLOJİNİN ZARARLARI


TEKNOLOJİNİN İNSAN YAŞAMI ÜZERİNE OLUMSUZ ETKİLERİ

1-) Teknolojinin insan yaşamı üzerine olumlu birçok etkisi olduğu gibi olumsuz birçok etkisi de vardır. Teknolojik gelişmeler ülkeler arası rekabeti meydana getirir. çünkü; teknoloji üreten ülkeler diğer ülkeler karşısında özellikle ekonomik ve askeri yönden üstünlük sağlar bu da büyük bir rekabete yol açar. Teknolojik gelişmelerle birlikte teknolojik gelişmeyi gerçekleştiren ülkeler diğer ülkelere bir hakimiyet sağlamış olurlar. Bu durum da hep daha fazlasını daha iyisini istemeye neden olur. Bunun sonucunda teknolojisi üstün olan ülkeler diğer ülkelere baskı uygular ve o ülkeleri kendi himayeleri altına almak isterler. çünkü teknolojisi üstün olan ülkelerin ekonomik durumları, askeri durumları, eğitim durumları, sağlık durumları ve hemen hemen her alandaki durumları diğerlerine göre daha iyidir.

Dünyanın varolduğu her dönemde insanlar arasında ve topluluklar arasında mutlaka ama mutlaka rekabet yaşanmıştır. Ancak teknolojinin hızla gelişmesiyle ve özellikle sanayi devriminden bu yana dünyada sömürgecilik sistemi gittikçe artmıştır ve günümüzde de devam etmektedir. Teknoloji dünyada küreselleşmeye ve sömürgeleşme hareketlerine yol açtığı gibi sömürgecilik bir yönüyle sermaye ihracı demektir. Bu nedenle sömürgeciliğin yayılmasıyla birlikte dünyanın her yerinde kapitalizm hızla yayılmaktadır. Tüm bunlar da dünyada açlık,gelir dağılımında adaletsizlik ve savaşlara en kötüsü nükleer savaşlara neden olmuştur. (Atom bombasının patlaması)

2-) Teknolojik gelişmelerin neden olduğu birçok hastalık vardır özellikle son 30 yıldan bu yana bu konuda birçok araştırma yapılmaktadır. örneğin 1994’te Abd’de ve Finlandiyada yapılan araştırmalar elektromanyetik alanların çok sık etkisinde kalan işçilerde Alzheimer hastalığının normal insanlara göre daha çok görüldüğünü ortaya koydu. 1998’te gerçekleştirilen bir başka araştırmada radyo operatörleri, endüstriyel donanım işçileri, veri işleme aygıtı tamircileri, telefon hattı işçileri, elektrik santralleri ve trafo merkezlerinde çalışan işçilerde film makinistlerinde Alzheimer Parkinson gibi hastalıklarla birlikte başka birtakım nörolojik bozuklukların daha çok ortaya çıktığı anlaşıldı.

1979’da Abd’de yapılan bir araştırmada enerji iletim hatlarına 40 m’den fazla yaklaşan çocukların normal çocuklara göre 2-3 kat daha fazla kansere yakalandığı ortaya çıktı.

Haziran 1998’de Almanyada yapılan bir araştırmada cep telefonlarının yüksek tansiyonla ilişkisi ortaya kondu. İngilterede yapılan bir başka araştırmada cep telefonu kullanıcılarının baş ağrıları, baş dönmesi ve dikkat dağınıklıkları gözlendi. Dünyada 200 milyon cep telefonu kullanıcısı var ve cep telefonlarının kanserle ilişkisi merakla araştırılıyor. Beyinlerinde tümör oluşmuş onlarca kişi iletişim şirketlerine dava açmış durumda.


3-) Cep telefonlarının insan sağlığını olumsuz etkilediği ortaya konuldu.
4-) Son yıllarda teknoloji ve sanayinin hızla gelişmesi, çevre sorunlarının da artmasına sebep olmuştur. Artan nüfusla birlikte devreye giren altyapılar, faaliyete geçtikleri günde bile yetersiz kalmaktadır. Bu plansız endüstrileşme ve sağlıksız kentleşme, nükleer denemeler, bölgesel savaşlar, verimi artırmak amacıyla tarımda kimyasal maddelerin bilinçsizce kullanılmasıyla birlikte, gerekli çevresel önlemler alınmadan ve arıtma tesisleri kurulmadan yoğun üretime geçen sanayi tesisleri, çevre kirliliğini tehlikeli boyutlara çıkarmıştır. Yapılan araştırmalar Dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin% 50’sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır.

Hızlı nüfus artışı, çevre sorunlarına önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek nüfus artış oranına sahiptir. Birleşmiş milletlerin yaptığı nüfus tahminlerine göre, Türkiye nüfusunun 2025 yılında 92 milyona yükselmesi beklenmektedir. Bu durum ülkemizin bugün olduğu kadar, gelecekte de çevre sorunları ile karşılaşacağının bir göstergesidir.

Bilgi çağının gelişmiş ülkeleri 21. yüzyıla teknolojinin doruğuna ulaşmış olarak girme çabaları içindeyken, teknolojinin insanlığa sağladığı yararlar yanında, canlılar ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri her geçen gün artmaktadır.
20. yüzyıl başlarında tüm dünyada hızlı kentleşmenin, artan nüfusun ve hızla gelişen teknolojinin yarattığı önemli bir çevre sorunu haline gelen gürültü kirliliği üzerinde durulması gereken önemli bir konu haline gelmiştir. Kısaca teknolojik gelişmenin doğal sonucu olarak gürültüye maruz kalan insan sayısı da hızla artmıştır. ülkemizde son yıllarda gürültünün insan sağlığı ve çevresi üzerindeki olumsuz etkileri arttıkça bu konuda yapılan araştırmaların sayısında önemli bir artış görülmüştür.
Gürültü; insanların işitme sağlığını ve algılamasını olumsuz etkileyen, fizyolojik, psikolojik dengelerini bozabilen, iş performansını azaltan önemli bir çevre kirliliği türüdür.Akustik kirlilik ya da gürültü; gelişmiş ülkelerde diğer kirlilik türlerine göre daha yaygın bir tür olarak; kişisel ve toplumsal yaşam kalitesinde düşüşe neden olmaktadır. Fabrikalar çevre kirliliğine neden olur.


5-) Televizyon ve internet aile içi iletişimi koparmaktadır. Aile içi iletişimin kopması çocukları da aileden koparıp yalnızlığa itmektedir.

6-) Uygulanmakta olan mevcut biyoteknolojik yöntemlerle bitkisel ürünlere aktarılan genler bitki, bakteri ve virüs kaynaklıdır. Gen aktarımı veya değişikliğe uğratılması sırasında antibiyotik dayanıklılık genleri kullanılmaktadır. Gen aktarımı ile birlikte diğer organizmalardan hastalık ve alerji yapacak özelliklerin taşınma olasılığı transgenik ürünlerin birincil ve ikincil ****bolik ürünleri içinde beklenmeyen biyokimyasal ürünlerin bulunması riskini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca, antibiyotik dayanıklılık genlerinin insan ya da hayvan bünyesine geçmesi nedeniyle dayanıklılık oluşması, transfer edilen genlerinin insan ya da hayvan bünyesine geçmesi nedeniyle dayanıklılık oluşması, transfer edilen genlerin insan bünyesindeki bakterilerle birleşme olasılığı, virüs kaynaklı genlerin dayanıklılık genini diğer virüslere transfer etme olasılığı da insan ve hayvan sağlığı için oluşabilecek risklerle ilgili diğer kaynaklardır.

7-) Küresel ısınma kuşkusuz günümüzün en büyük sorunlarından biridir. Ve az çok teknolojik gelişmelerle ilgisi vardır. Küresel ısınma doğaya salınan aşırı karbon salımından kaynaklanmaktadır. Karbon salımı da fosil kaynaklı yakıt kullanımından kaynaklanmaktadır. Sanayi devriminden sonra makineleşmeyle birlikte fabrikaların bacalarının doğaya saldığı karbon salımı bunun en belirgin delilidir.

8-) Uzay yarışı Abd ve Sscb arasında 1957’den 1975’e kadar süren resmi olmayan rekabettir. Uzaya uydu ve sonda yollayarak keşfetmek, insan göndermek, ay’a insan indirmek gibi çabalar içerir. Uzay savaşı soğuk savaşın bir parçasıdır. Yarışın başlangıcı, 2.Dünya savaşı’ndan kalma roket teknolojisine, savaştan sonra ortaya çıkan uluslararası gerginliğe ve Sovyetlerin 4 ekim 1957′de Sputnik 1 adlı ilk yapay uyduyu fırlatmasına dayanır. Uzay Yarışı, soğuk savaş döneminde SSCB ve ABD arasındaki kültürel ve teknolojik rekabetin önemli bir parçası haline geldi. İki ülkenin birbirini olası bir sıcak savaştan önce moral olarak çökertme çabalarında, uzay teknolojisi araç olarak kullanıldı.
Uzayın olanaklarından yararlanmak için yapılan çalışmalar soğuk savaşın bir parçası haline gelmiştir.

9-) Teknolojinin olumsuz sonuçlarından bir tanesi de halktaki tüketim kültürünü yükseltmesidir. Günümüzde oldukça yaygın olan ve gittikçe ivmesini arttıran tüketim kültürü halkın sosyokültürel yapısına zarar vermektedir. ’Komşum da var ben de neden olmasın?’ sorusunu soran insanlar gittikçe doyumsuzlaşmakta ve anlamsız bir tüketim bilinci içerisine girmektedir. Teknolojinin bu sorunla yakından ilgisi vardır. özellikle sanayi devriminden sonra makineleşmeyle birlikte bir ürünü çıkaran sermaye az geçmeden başka bir ürünü piyasaya sürmekte ve can alıcı reklamlarla kamuoyunu cezbetmektedir.
10-) İnternet insanların işlerini hızlı ve kolay bir şekilde yapan, günümüzde insanlığın vazgeçilmez bir unsurudur. Ancak bununla birlikte işlerini bir tıkla yapan insanlar günlük hayatta uzun uğraşlarla başarılabilen işler için yaptıkları çalışmalar da zorlanmaktadırlar. Bir tıkla birçok işini sanal ortamda halleden insanoğlu günlük hayatta kitap okumak, ders çalışmak, bir yarışma için proje hazırlamak… gibi konular için çalışırken zorlanmaktadır.Uzun uğraşlar sonunda çalışmasının meyvesini toplamaya değil, bir tıkla işlerini yoluna koymaya alışmış olan biz insanlar günlük hayattaki işlerimizde ister istemez zorlanmaktayız.

11-) Günümüzde bilgisayara bağımlı hale gelen insanların sayısı yadsınamayacak kadar çoktur. Bilgisayar bağımlısı insanlar günlerinin büyük bir kısmını bilgisayar ekranının başında geçirmektedir. Bilgisayara uzun süre gözlerini dinlendirmeden bakan insanlarda göz bozuklukları, kurallara uygun olarak oturmayan insanlarda bel, boyun rahatsızlıkları diğerlerine göre daha sık görülmektedir. Ayrıca zamanlarının büyük kısmını bilgisayar başında geçiren insanlarda sürekli hareketsiz kalmaları nedeniyle şişmanlık diğer insanlara göre,daha fazla görülmektedir. Yine zamanlarının büyük bir kısmını bilgisayar başında geçiren insanların büyük bir kısmının sörf yaparak zaman öldürdüğü bilinen bir gerçektir.

Alıntıdır
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Teknoloji Nedir?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» KPSS NEDİR?
» MD5 Nedir, Ne İşe Yarar..
» Paradigma Nedir?
» İlk Yardım Nedir?
» Edebiyat Nedir ?

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
eLamcafe Hoşgeldiniz :: Haberler :: Bilim ve Teknoloji-
Buraya geçin: